top of page
Azra İşmen

Yazıdan doğan bir sergi


Günnur Özsoy’un yazma eyleminden ve mektuplardan ilhamla ürettiği heykel, desen ve enstalasyon çalışmalarını sergilediği Hatıralar ve Mektuplar, 15 Mayıs’a dek PG Art Gallery’de devam ediyor. Özsoy’la atölyesinde bir araya gelerek sergisini ve pratiğini konuştuk

Günnur Özsoy

Hatıralar ve Mektuplar çok sayıda çağrışımı olan bir ifade, bu ifadenin eserlerinizle nasıl bir ilişki kurduğunu ve kurgunuzda nasıl bir önem taşıdığını açıklayabilir misiniz?

Her şey mektup yazmakla başladı. Bu serginin temelini aslında yazı ve yazıdan doğan hikâyeler oluşturuyor. Aklımdan geçen, üzerine düşündüğüm konular üzerine çalışmaya Marcus Graf’a mektup yazarak başladığım sırada, sergi de zihnimde biçimlenmeye başladı. Zaten öncesinde bu mektup meselesi aklımı meşgul etmeye başlamıştı. Önce Faruk Sade için kızı Sera Sade’nin yazdığı mektubu okudum. Artık aramızda olmayan bir kişinin anısına, kızının ona mektup yazması benim için çok duygusal bir karşılaşma ve yoğun bir deneyim oldu. Sonra bir çocukluk arkadaşım ortaokuldan itibaren yazdığım bir düzine mektubu bana getirdi. Bunlar birer gün arayla ortaya çıktı. Ardından, kendi yazdıklarımı hatırlayamadığımı fark ettim. Mektupları okuduğumda “Bunu ben mi yazmışım?” diye sordum birçok kez kendime. Evveliyatında da zaten, neredeyse beş, altı yıl önce, bir eskicide bulduğum İlham Dilman mektupları vardı. Bu süreçte mektubun samimiyetinin hiçbir şeye benzemediğini fark ettim. Bütün bu mektupların birikimiyle beraber bendeki karşılığı, yazının içtenliği oldu. Büyük büyük cümlelerden ziyade yaşamın içinden oluşunu, yani mektubun kendiliğinden olma hâlini seviyorum. Bu eylemin güzelliğini hissederek Marcus’a mektuplaşmayı teklif ettim. Neticede karşılıklı yazılmış 15 mektup birikti. Bu süreç içerisinde de birçok kez geçmişle gelecek arasında gidip geldim. Mektuplar da beni hep hatıralara götürdü, bu yüzden de serginin ismi Hatıralar ve Mektuplar oldu.

Günnur Özsoy, Hatıralar ve Mektuplar sergisinden

Eskicide bulduğunuz, felsefe profesörü İlham Dilman’ın İngiltere’de yaşarken annesine yazmış olduğu mektuplar sizin için ne ifade ediyor?

Benim için onlar çok kıymetli çünkü mektup çok özel bir şey. Bir yandan paylaşmak istiyorum ama bir yandan da bunun nasıl en iyi şekilde değerlendirilerek sunulacağı çok önemli. Bu mektupların içerisinde arşivlerde yer alabilecek nitelikte, döneme ait çok kıymetli bilgiler var. Bu mektupları, Dilman’ın istemeyeceği bir şeye dönüşmemesi adına yıllardır saklıyorum çünkü basmak istediği yayınları zaten arkasında bırakmış fakat bunun başka bir hâl olduğuna inanıyorum. Bu benim hassasiyetim tabii ki… Ama bir taraftan da mektuplarda özellikle psikoterapi ve felsefeyle ilgili tespitleri olduğundan bu bilgilerin ulaşılabilir kılınması gerektiğine inanıyorum. Sonuç olarak bunlarla ne yapacağımı bilemeden böyle kalakaldım ve hâlâ da duruyor. Artık onları nasıl ve kimlerle değerlendireceğim konusunda bir noktaya varacağımı düşünüyorum…

Önceki çalışmalarınızda, heykelleriniz soyut ve organik formlarıyla karşımıza çıkarken Hatıralar ve Mektuplar sergisinde yer alan heykellerinizin alıştığımız biçimlerden uzaklaşarak farklı bir ifade seçtiğinizi fark ediyoruz. Buradaki formlar nasıl başkalaştı?

Öncelikle yeni seride doğrudan malzemenin kendisiyle çalışmak istedim çünkü duygu olarak mektuptaki samimiyet ve kendisi olma hâlini ortaya çıkarmaktı amacım. O nedenle bir yüzeyden başlamak istedim; metal levhalar bir kâğıt gibi, düzlemi ifade ediyordu. Onları keserek ve kıvırarak şekillendirdim; bir düzlemin dönüşmesi burada söz konusu olan. Burada benim mektuptan anladığım hâl, samimi bir şekilde, bir düzene ihtiyaç duyulmadan oluşma hâlinin biçim almasıdır.

Bu dönüşme hâlinden bahsetmeliyiz. Heykellerimde hareketler, bu hareketin akışkanlığı, kıvrımlar ve onların neticede form bulmasıyla çalışıyorum. ‘Şimdi bunu soyutlayayım’ gibi çalışmıyorum. Önce atölyemde üretmeye başlıyorum, parçalar birikerek bir araya gelip karşımda durduklarında ne olduklarını anlamaya başlıyorum. Burada bir yüzeyden yani levhadan yola çıkınca, bazı noktalarda parçanın nereden geldiğini işaret eden öğeler var. Örneğin sivri köşeler plakanın bir hâlini işaret ediyor. Bazılarındaysa sadece eğrisel hareketler devam ediyor. Fakat hepsi bir araya geldiklerinde bir aileyi oluşturuyorlar. Metal işleri yine başka bir yüzey olan duvarda göstermeyi tercih ettim. Çünkü işaret etmek istediğim şey, bir düzlemden yola çıkarak yine farklı bir düzlem üzerinde kendilerini bulmaları. Fakat işlerimin bana göre en cazip ve en özgür olan tarafı belirli bir yönlerinin olmaması. Her iş tek bir heykel fakat bir araya geldiklerinde başka enstalasyonlar veya başka sergileme biçimlerini oluşturma olanağı sağlıyorlar. Duvarda sergilenebilecekleri gibi, duvardan alınıp bir zemin üzerinde sergilendiklerinde farklı şekilde algılanabiliyorlar. Genel olarak işlerimde asılım ve sergileme biçimleriyle ilgili bir formülün veya kuralın olmamasını seviyorum. Mekânla kurduğum ilişki bu.

Günnur Özsoy, Hatıralar ve Mektuplar sergisinden

Çok çeşitli malzemeler kullanıyorsunuz, daha önceki çalışmalarınıza baktığımızda bronz, bakır, pirinç, alüminyum, keçe, mermer gibi malzemelerle aralarında en baskın olan ve 2000’li yılların başından beri işlerinizde sıklıkla karşılaştığımız malzeme olan polyester var. Bu sergi için seçtiğiniz medyumlardan bahsedebilir misiniz?

Akbank Sanat’da sergilenen ilk video eserim, hem içerden alınan ekografi görüntüleri hem dışardan kendi çektiğim görüntülerle hamileliğimi belgelediğim bir çalışmaydı. Çünkü o dönemde yaşadığımı bu mecrayla ifade edebildim. Tinsel Deneyim sergisinde, martı görüntülerinden oluşan bir video-kolaj ile galeri girişinde kuş tüylerini uçuşturduğum bir enstalasyon vardı. Bu malzeme ve medyumlar çeşitlilikten ziyade o sergiden doğan ve o sergiye aittiler. Bu sergide de yazı kendiliğinden dâhil olan bir şey oldu. Sergide yer alan Buna baktıkça beni hatırla, benim için çok önemliydi ve Marcus’a yazdığım mektuplar sayesinde ortaya çıktı. Önem arz ettiği için bu yazı var oldu. Sanat pratiğimde yazıyı ilk defa kullandım çünkü mektuplar sayesinde kendiliğinden ortaya çıktı. Hatıra defterlerimi atarken yazdıklarımı hatırlayacağımı düşünüyordum oysa ki şu an tek aklımda kalan, defterin üzerinde yazan “Buna baktıkça beni hatırla” cümlesi. Hatta onu da yanlış hatırlıyorum doğrusu “Okudukça beni hatırla”. Burada çok katmanlı bir cümle var, içerisinde çok fazla şey barındırıyor; hem beni hatırla hem kedini hatırla… Yazının aynamsı yansımalı malzemesini de bu nedenle seçtim. Neticede göstermek istediğim, bu sergideki işlerin bu süreçten doğarak var olduklarıydı. Ben heykeltıraş olarak bilinsem de bu süreçten doğan çeşitli ifade biçimlerine yer verdim. Bu yazıyı, bilinen bir malzeme ve resmin temeli olan tuvalde göstermek istedim.

Günnur Özsoy, Hatıralar ve Mektuplar sergisinden

Boşluğun Işığı serginizde kurşunla oluşturduğunuz lekelerden yola çıkarak heykellerinizi biçimlendirmiştiniz, metal işleri oluşturmadan önce kullandığınız kartonlar gibi, bu ufak lekelerde üç boyutlu yapıtlara dönüşecek maketleri oluşturdular diyebilir miyiz?

Kartonla çalışmak daha hızlı olarak ne olduğunu görebilme imkânı sağladı. Malzemeyle oynayarak hareketleri ve biçimi bulmaya çalıştım. Ortaya istediğimi çıkardıktan sonra biçimlere metale aktardım. Bir taraftan aklımdakini doğrudan malzemeye transfer ettiğimde ne olacağını bildim; formların neye dönüşebileceklerini gördüm. Bir nevi eskiz görevi gördü bu maketler. Boşluğun Işığı’nda ise kurşunlar benim maketim değildi; sadece bir hâli anlamak içindi. Orada malzemenin ruhu ve akışkanlığı ilgimi çekiyordu. O sergide, kurşunlardan yola çıkarak yaptığım onların büyükleri değildi. Kurşunun akışkanlığı ve oluşturduğu hareketti, asıl ilgimi çeken. Tüm işlerimin temelini hareket oluşturuyor; hareketi yakalamak üzere. Birebir bir kurşunu alıp büyütmedim. Büyük olan işlerde metafor olarak kuşunun bana çağrıştırdıkları… Sergideki renklerde bu doğrultuda devreye girdi. Ölümcül kurşunun ve ziftin çağrıştırdığı petrol rengi, yeşiller. Çalışmalar büyük ölçüdeydi ve aslında kuşun lekeleriyle bir zıtlık oluşturuyordu. Maket dediğimiz, küçüğünü yapıp büyütmektir fakat buradaki sadece levhaların nasıl şekillendirilebileceğini görmek için bir ön hazırlıktı.

Kütle-boşluk ilişkisinden bahsetmek istiyorum. İşlerinizde, Tinsel Deneyimler’de sezmeye başladığımız değişen bir kütle-boşluk ilişkisi var. Costa Mea serisinde kütlesel yapı üzerindeki müdahalelerinizde, formları kütleden ziyade boşlukların oluştuğu görülüyor. Hatıralar ve Mektuplar’da ise, heykellerinizi düz bir yüzeyden yola çıkarak formları ortaya çıkartıyorsunuz. Pratiğinizdeki kütle-boşluk ilişkisini bu seride nasıl açıklıyorsunuz?

Boşluğun Işığı’ndaki büyük boşluklar, kurşunun bende bıraktığı etkinin bir ifadesine dönüşüyor; malzemenin akışkanlığı, büyük deliklerin oluşumu, bir nevi ruhsal manâda… Costa Mea’da, o kadar delikler ve boşluklar vardı ki, boşluklara odaklandığında onlar da kendi içlerinde kütleler ve heykeller oluşturuyorlardı. Sadece o ince akışkan kırılgan parçalar değil… En başında bronz işlerimde çalışırken de, erkeklerini değil dişilerini yapıyordum, yani boşluğu yapıyordum. Kütle dediğimiz şey, boşluksuz zaten var olamaz. Kütle ve boşluk bir arada bir heykelin bütününü oluşturuyorlar. Benim için ikisi de eşit. Metal işlerde, gene yüzeye dair çizgisel boşluklar var. Sanki kalemle çizilmiş gibi… Kıvrımların getirdiği algıyla üst üste gelen bir durum var.

Günnur Özsoy, Hatıralar ve Mektuplar sergisinden

Renklerden bahsedecek olursak, ilk dönem işlerinizde renk yok - malzemenin kendi hâlleri var; sonrasında daha birincil renklerin kullanımı ile bu renk tonlarının çeşitlenmeye başladığını görüyoruz. Örneğin Costa Mea’da farklı yerlerden bakınca farklı renkler ortaya çıkaran endüstriyel bir boya kullanmıştınız. Bu sergide doğa’nın renklerine geri dönüyorsunuz.

Şimdiye kadar işlerimde çok fazla renk kullandım. Renklerle kurduğum bağda, biçime renk vermekten ziyade sergileri oluştururken heykellerin biçimleriyle temsil ettikleri üzerinden seçimler yaptım. Örneğin Tinsel Deneyimler’de neredeyse sadece beyaz vardı; Costa Mea’da bakış açısına göre değişen renkler vardı. Dolayısıyla renkle ve boyayla kurduğum ilişki, o serinin kavramıyla çok ilişkili. Bu sergide renk diye bir şey yok. Tabii bir renk söz konusu ama malzemenin kendi getirdiği, doğal sürecinde oluşacak bir eskimişlik söz konusu. Bakıldığında yeşile boyanmış gibi fakat o malzemenin ısıtılarak aldığı, kendi -kimyasının- yol açtığı bir dönüşüm var. Burada bir nevi zamanı durdurdum; zaman içinde işlerin rengi dönüşmeyerek oldukları gibi kalacak. Bronz işlerde olduğu gibi kendi renklerinde olacak.

Ağırlıklı olarak soyut çalışmalar yapıp figürden uzak duran bir sanatçı olarak yazı gibi bir medyumla çalışmayı nasıl deneyimlediniz?

Bir yüzey var; o düzlemi, sadelik, yalınlık ve dolaysız olarak malzemeye odaklanarak dönüştürüyorum. Malzemeyle kurduğum bağ bu. Tıpkı renklerle bağ kurduğum gibi… Karakalemler, temelde kâğıt ve kalem olduğundan mektuba daha belirgin şekilde işaret ediyor. Çıtır çıtır mozaik gibi işlemeler var ve üretim süreçleri bana mektup yazmak gibi geliyordu. Onlar da bir resimden ziyade bir evrak/belge gibi camekânlı bir vitrinde sergileniyorlar.

Günnur Özsoy, Hatıralar ve Mektuplar sergisinden

A piece of art çok kavramsal bir çalışmaya dönüyor, geleneksel malzeme olan tuvali yakarak ve delikler açılarak üzerine “Bu bir sanat eseridir“ yazdınız. Diğer işlerle bir araya geldiğinde bu yapıt serginin anlamlanmasına nasıl katkıda bulunuyor? Diğer işlerle kurduğu ilişki nedir?

Hikâyenin başında “Benim fark ettiğim yazışmalar mı bir sanat eseridir?” sorusundan yola çıktım çünkü Marcus’la olan mektuplarımızı bir sanat eseri olarak gördüm, kendiliğinden olan bir sanat eseri. Yazışmalarımızda da “Just a piece of cake” deyiminden bahsediyorum. Mektuplarda geçmişle gelecek arasında gidip geldiğimi söylüyorum. Bu nedenle bu ifade hem imge hem ses olarak farklı bir anlam kazanmıştı benim için. Mektuplar biriktikten sonra onları bir sanat eseri olarak görmem ve yazma sürecindeki o hafiflik, samimiyet ve doğallıktan yola çıkarak a piece of art’a vardım.

Pratiğinizdeki hız ve hareketin heykellerinize yansımasından bahsediyor Ali Akay, ilk bronz seriniz için. Üretim sürecindeki tekrar eden hareketler devamlılığını korusa dahi izleyicinin karşısına, hareketten arındırılmış, pürüzsüz - narin bir dengeyle asılmış veya bir yüzeye nazikçe oturtulmuş heykeller çıkıyor. Hareketin ortasındaki veya yaşamın ortasındaki bir duraksama anına benziyor işlerinizin sergilenme biçimi. Fakat yeni seri ne kadar yuvarlak formları tekrarlasa dahi daha keskin ve hareketli. Pratiğinizdeki bu dönüşüm sizin için nasıl bir anlam taşıyor?

Yüzeyin bozulmasıyla ilgili… Bir malzemeyi yüzey olmaktan çıkarma hareketi. Hareket, heykellerde devam ediyor ve canlılık getiriyor. Burada boyut devreye giriyor; onu ne kadar değiştirebileceğimi arıyorum. Özellikle karelerde yüzeyi altında görünüyor, bazılarında ise hiç görünmüyor. “Malzemeyi nasıl değiştirebilirim?” temeli burada yatıyor. Malzemeyle etkileşime girdiğimdeki içgüdüsel bir yaklaşım da devreye giriyor. Üretim süreci de hissetmekle ilgili. Malzemeyle oynayarak ve farklı şekillerde deneyimleyerek, kesme-biçme-kıvırma-yontma gibi çeşitli müdahalelerde bulunarak kurgulanan şekil almaya başlıyor. İlk başta alelade bir metal levha iken sonunda bir heykele dönüşüyor.

Peki, bir süredir izleyicinin pratiğinizle özdeşleştirdiği organik formlara ne oldu?

Hiçbir yere gitmediler hep buradalar. Ne kadar ayrı bir yöne gitmişim gibi görünse de öyle değil. Keçe işlerimde, ışığı yansıtan parlak renkli yüzeylerden farklı bir şey yapmak istediğim için organik formlarımı kapladım. Bu heykelleri yaptığımda yadırganmıştı. Fakat yine sonrasında önceki parlak yüzeylere geri döndüm ama bu sefer de kütleyi bozarak içine gittikçe artan boşluklar ekledim.

Günnur Özsoy, Hatıralar ve Mektuplar sergisinden

Comments


bottom of page