top of page
Yazarın fotoğrafıNecmi Sönmez

YEL, TOZ, PORTRELER: Albert Bitran

Kütüphanesinde yer alan sanatçı portreleri, fotoğraflar, davetiye, desen gibi görsel malzemeleri tekrar elden geçiren Necmi Sönmez, daha önce yayınlanmamış olan bu malzemeler üzerine YEL, TOZ, PORTRELER başlığı altında hazırladığı yazılara devam ediyor. Serinin bu haftaki yazısının odağında ressam ve heykeltraş Albert Bitran var


Yazı: Necmi Sönmez

Albert Bitran, Fotoğraf: Edouard Boubat


1989 ve 1990 yıllarında yolum çok sık Paris’e düşüyordu. O dönemin ünlü galerilerinden olan Galerie Louis Carré & Cie, Nisan 1990’da Albert Bitran’ın resimlerini sergiliyordu. O zamana dek ismini bir çok kere duymama rağmen ne tarz resim yaptığını bilmediğim bu İstanbul’lu ressamın sergisini gezmiş, Cüneyt Ayral’ın yayınladığı Konstantiniyye Şehir Haberleri gazetesine hakkında bir yazı yazmıştım. Yayınlanan dergiyi Albert Bitran adına eski bir İstanbul kartpostalı ile yolladım. Kısa bir süre sonra sanatçıdan gelen zarfta hem nefis bir desen, hem de zarif bir not vardı: “Anlayabildiğim kadarıyla yazınızı çok beğendim. Bir dahaki gelişinizde haber verin bir kahve içelim.” Kısa bir süre sonra, 1991’in Mayıs ayında 79 Rue Notre des Champs adresindeki atölyesini ilk kez ziyaret ettiğim Albert Bitran’la, vefat ettiği 9 Kasım 2018’e kadar hiç kopmayan bir diyaloğum oldu. Onunla önce Montparnasse, sonra Montrouge’daki atölyelerinde yaptığımız sayısız buluşma ve görüşmelerimizde farklı dönemlerde yapmış olduğu resimlere bakıp söyleşirdik. Ama bir kaç temamız vardı ki, onlar hakkında döne döne konuşur, her seferinde farklı bir ipucu üzerinden ilerleyerek değişik yıllara, zamanlara, insanlara çıkardık. Bunlardan ilki İstanbul, İstanbullular, diğeriyse kağıt, katalog, kitaplardı.


Alber Bitran'ın yolladığı bir zarf


Gerçek bir kağıt tutkunu olan Albert, irili ufaklı kağıtlara çizdiklerini on yedi yaşından beri sakladığı için, binlerce, belkide onbinlerce kağıdı saklar; onların önüne arkasına çizdiklerini günü gününe hatırladığı için de, herhangi birisini eline aldığında inanılmaz hikâyeler anlatmaya başlardı. Ziyaretlerimin kendine özgü bir akışı olurdu. Önce üzerine çalıştığı tuvallere bakardık. Birçok tuvale eşzamanlı olarak yoğunlaştığı için irili ufaklı kompozisyonlarının ne zaman bittiği en çok üzerine konuştuğumuz olguydu. Katman katman çalıştığı için ne zaman sona geldiği hakkında Albert’in fikri her zaman benden farklı olurdu. Daha sonra benim için önceden masaya koymuş olduğu resim dosyasını açar, oradaki kağıtlara bakardık. Bu kağıtların ayrı bir büyüsü olurdu. Albert elime aldığım kağıtları koklamama güler, “koklaman için değil bakman için çıkardım bunları” diyerek sırtıma vurduğunda, ben resim dosyasını karıştırmaya başlardım. Gravür presinden bozuk çıkmış baskıların üzerine boyanmış, çizilmiş ya da notlar alınmış parçalar özellikle ilgimi çekerdi. Çok güzel bir el yazısı olan Albert bazen okuduğu, sevdiği şiirlerden parçalarını da bu kağıtların üzerine yazdığı için onları okumaya çalışırdım. Bir seferinden habacuc kelimesine okumuştum. Ne demek habacuc diye sorduğumda Albert, “Édouard Roditi’yi tanımıyor musun?” diye başka bir soruyla yanıt vermiş ve uzun uzun Roditi’yi, onun İstanbullu ailesini, Andre Breton’la olan yakınlığını, sanat eleştirmeni olarak Paris’e yerleşmiş olan İstanbullu sanatçılara verdiği desteği anlattıktan sonra kitaplığından küçük bir kitabı getirmişti. Roditi’nin şiirlerinin yer aldığı, sadece elli adet basılmış olan bu güzel kitap için bir gravür üreten Albert habacuc, babakuk diyerek kitabı bir çırpıda bana imzalamıştı. 1999’da ne Roditi’yi, ne de Alain Bosquet’yi tanıyordum. Bu buluşmadan sonra onların kitaplarını edinip okumaya başladığımda Roditi’nin Fahrelnissa Zeid’den Yüksel Arslan’a, Abidin Dino’dan İlhan Koman’a kadar bir çok sanatçının sergileri için yazılar yazdığını; Bosquet’nin sıkı bir şair olmasının ötesinde Albert’in bir desen kitabına önsöz kaleme aldığını öğrendim. Bir sonraki ziyaretimde bu kitabı imzalaması ricasında bulunduğumda şaşırmış, desenli bir ithaf yazmıştı.


Solda: Edoard Roditi'nin Habacuc isimli şiir kitabı, Paris 1972, Yazarın Arşivi

Ortada: Albert Bitran'in imzaladığı Habacuc şiir kitabı, 1972, Yazarın Arşivi

Sağda: Albert Bitran, Habacuc, 1972, Gravür, Yazarın Arşivi


1948’de mimarlık okumak için ailesinin desteğiyle Paris’e gelen Albert, İstanbul’da lise yıllarında resim yapmaya başlamıştı. Kısa bir süre sonra mimarlığın kendisine uygun olmadığını anlayıp kendisini resme verecekti. Önceleri geometrik soyut tarzda, Soto, Vasarely ile eşzamanlı deneylere girer. Bu yıllarda yazar ve koleksiyoner Henri-Pierre Roché ile tanışması hayatını değiştirir. Onun yardımıyla bir atölyeye kavuştuğu gibi 1951’de ilk sergisini açma imkânına kavuşur. Ancak bir sorun vardır. O yıllardaki Fransız kanunları 21 yaşın altındakileri reşit saymadığı için kişisel sergi açması için ailesinin iznine ihtiyaç duyar. O da 1931 doğumlu olmasına rağmen yaşını büyütüp doğum tarihini 1929 olarak gösterir. Roché 1959’daki vefatına kadar Albert’in destekçisidir.


Solda: Albert Bitran'ın Dessins 1955-1975 kitabının kapağı, Yazarın Arşivi

Sağda: Albert Bitran'ın imzaladığı ve desenlendirdiği Dessins 1955-1975 kitabının içi, Yazarın Arşivi


Kısa bir süre sonra geometrinin tekrarlamaya dayalı dilinden sıkılan sanatçı Informelle ya da Abstraction Lyrique isimleriyle ön plana çıkacak olan lekesel soyutlamanın savunuculuğunu üstlenir. 1956’da Naissance d’un paysage, 1960’da L’Atelier, 1970’de Sextuor temalarına yoğunlaşarak kendine özgü bir resimsel dil geliştiren Albert, 1980’lerde yoğunlaştığı Doubles, Latéraux dizilerinin ardından 1990’larda Arcades resimleriyle özgün anlatımının zirvesine ulaşır. Bu dönem resimleri Kemerler başlığıyla 1997’de İstanbul ve Ankara’da sergilendiğinde bir katalog yazısı nedeniyle daha da detaylı olarak çalışma ayrıcalığına ulaştığım Albert her soruma o kadar detaylı yanıtlar veriyordu ki, kelimenin tam anlamıyla şaşırmıştım. Bu katalog çalışması sırasında birçok kere buluştuk. Eski kataloglarının, sergi davetiyelerinin, afişlerinin bir çoğunu detaylı olarak incelemem, bu malzemeler hakkında uzun konuşmalar yapmam mümkün oldu. 1956’dan itibaren litografi, 1961’den itibaren gravür teknikleriyle çalışan Albert’in baskı resimlerinin tamamını içerecek bir kitap için çalışmaya hazırlanıyorduk ancak onun zamansız bir şekilde bu dünyadan ayrılması buna izin vermedi.


Solda: Albert Bitran'ın 1983'de İstanbul Resim ve Heykel Müzesi'nde açtığı sergisinin broşürü, Yazarın Arşivi

Sağda: Alber Bitran'dan İmzalı Kitap


Vefatından bir yıl sonra Montrouge’daki atölyesini eşi Claude ile birlikte gezerken duvarda rastladığım Nâzım Hikmet dizileri onun çok sevdiği kurşun kalemiyle sanki bana bıraktığı bir selamdı.


Albert Bitran'ın atölye duvarına yazdığı bir Nazım Hikmet şiiri


Comments


bottom of page