Kütüphanesinde yer alan sanatçı portreleri, fotoğraflar, davetiye, desen gibi görsel malzemeleri tekrar elden geçiren Necmi Sönmez, daha önce yayınlanmamış olan bu malzemeler üzerine YEL, TOZ, PORTRELER başlığı altında hazırladığı yazılara devam ediyor. Serinin bu haftaki yazısının odağında bugün doğumunun 120. yıldönümündeki Aliye Berger var
Yazı: Necmi Sönmez
Aliye Berger
24 Aralık 1903 Aliye Berger Boronai’nin doğum günü. Büyükada’daki Şakir Paşa köşkünde bu dünyaya gözlerini açan sanatçı 9 Ağustos 1974’te çok sevdiği Büyükada’dan ışıklı yolculuğuna çıktı. Onu kuşağının diğer ressamlarından ayıran en önemli özellik, çalışmalarında kalp çoşkusunu yakalayıp bunu tüm kural ve sınırların ötesine taşıyan bir güçle gravürlerine, yağlıboyalarına aktararak yakaladığı özgün, özgür tavırdır. Ayrıca henüz yazılmamış olan sanat tarihimizde Berger, 1954’te Yapı Kredi Resim Yarışması’nda kazanmış olduğu birincilikle Modernist dönemi kapatıp Çağdaş süreci açan “bağımsız” sanatçılardan biridir. Ancak bir yanda kadın, diğer yanda otodidakt oluşu çalışmalarına hak ettiği ilginin, önemin gösterilmesine engel olduğu gibi, vefatından 48 yıl geçmesine rağmen retrospektif bir sergisinin açılamaması sanat ortamımızın ayıplarından biridir. Bugün, Aliye Berger’in 120. doğum gününde, onun yaşamına, eserlerine farklı perspektiflerden bakarak güncel bir portresini çizmek bir zorunluluktur.
Nejad,Devrim, Charles Estienne, Avni Arbaş, Henriette Arbaş, Aliye Berger, Maria Devrim, 1955, Café de Flore, Yazarın Arşivi
Aliye Berger’in Çağdaş Türk Resmi içindeki yerini, önemini, tekil duruşunu belirleyebilmek için öncelikle onun kişiliği etrafında örülen efsanelerden, hikâyelerden sıyrılarak odağında sadece kendisinin, gravürlerinin, resimlerinin olduğu geniş çaplı bir daire çizmek gerekiyor. Berger öncesi ve sonrası olmayan, kelimenin tam anlamıyla sıra dışı bir sanatçı. Her şeyden önce sanat dünyamıza birçok yaratıcıyı kazandırmış olan Şakir Paşa ailesinden gelmesi nedeniyle Osmanlı-Erken Dönem Cumhuriyet tarihinin belirlemiş olduğu modernleşme sancılarıyla kültürel kimliğini oluşturuyor.
1908’de İngiliz mürebbiyeler tarafından Latin harfleriyle yazmaya okumaya başlayan Aliye daha sonra babasının kurmuş olduğu Büyükada İlkokulu’nda Osmanlıca eğitim aldıktan sonra 1912’de Nortre Dame de Sion’da Fransızca eğitim almaya başlıyor. Ancak 1914’de I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla kapanan okulunun ardından babasının ağabeyi Cevat’ın silahından çıkan bir kurşunla ölmesi Aliye’nin hayatını değiştiren olaylar arasındadır. Çocukluğundan itibaren aristokrat ailesinin istediği gibi davranmayan, kendi tutkularının peşinde koşan bir gençlik yaşarken farklılığı, renkli elbiseleri, şapkalarıyla dikkati çeker. 1920’de Fransız Konsolosluğu’nda Bakalorya sınavını veren Aliye, ablalarının desteğiyle resim ve müzik dersleri almaya başlasa da belli bir eğitim almaz. Karakteri, yeğeni Şirin Devrim’in sözcükleriyle “bu dünyadan olmayan bir özgürlüğe sahiptir.” İçtenliği, farklılığıyla tüm engelleri aşarak kalbinin istediği yöne gider, kuralların, düşüncelerin, toplumsal değerlerin hepsini bir tarafa itecek bir cesareti vardır.
1921’de ablası Fahrelnissa’nın İzzet Melih Devrim’le olan evliliğinde eniştesiyle ateşli bir aşk yaşayan Aliye’nin bu tutkusu, ailenin araya girmesi, Macar virtüöz ve pedagog Carl Berger’in yeğeni Füreya’ya keman dersi vermek için Şakir Paşa köşküne gelmesiyle son bulur. Bu kez yeni bir aşkın eşiğinde bulur kendisini Aliye. Aralarındaki yaş farkına, Berger’in diğer ilişkilerine aldırmadan onunla tam 23 yıl sürecek olan skandallarla dolu ilişkisine başlar. O kadar vurgundur ki Berger’e bir gün onu takip ederek arkadaşlık yaptığı bir kadının evine kadar izini sürüp o kadını öldürmeye kalkar. Gazetelere konu olan, İstanbul’da günlerce konuşulan bu tutkulu aşk, 1947’de Berger’le, ailesinin karşı durmasına rağmen, evlenmesiyle noktalanır. Büyükada’daki Hıtıryan Köşkü’nün müştemilatındaki küçük bir evde ancak altı ay sevgilisiyle yaşayan Aliye, ansızın gelen kalp kriziyle nedeniyle onu kaybettiğinde büyük bir depresyona girer.
Onu bu durumdan kurtarmak isteyen Fahrelnissa Zeid kardeşini 1947’de Londra’ya götürüp, Irak Büyükelçiliği’nde 1951’e kadar misafir etti. Bu süre içinde onun John Buckland Wright Atölyesi’ne giderek gravür dersleri alıp bu teknikle çalışarak yaşama bağlanmasını sağlayan Fahrelnissa, böylece onun hayatında yeni bir sayfa açmıştı. Aliye’ye Carl Berger’in gravürlerini yaparak onun anısını canlı tutmasını öğütleyen Fahrelnissa bunun bir tür tedavi olacağını, kardeşini tekrar su yüzeyine çıkaracağını çok iyi biliyordu. 1951’de Londra’dan gravürleriyle İstanbul’a geri döndüğünde Aliye’yi nasıl bir ortam bekliyordu?
İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde Baskı Atölyesi Léopold-Lévy tarafından ancak 1940 başlarında kurulabilmişti. Burada Sabri Berkel öğrencilere gravür, litografi gibi baskı tekniklerini öğrencilere öğretirken bu atölyede hem ciddi bir malzeme sıkıntısı yaşanıyordu, hem de yapılanların ne sergilenmesi, ne de satılması mümkündü. İşte böyle bir ortamda 1951’de Taksim’deki Fransız Konsolosluğu Galerisi’nde Londra’dan getirdiği gravürlerle ilk sergisini açan Aliye hayatını kazanabilmek için İstanbul konulu gravürlerini yılbaşı kartı olarak basıp satmaya çalışır. Büyükada’daki Şakir Paşa Köşkü satılmış, aile bireyleri varsıl geçmişlerinin üstüne kalın bir çizgi çekerek yeni bir varoluş mücadelesine girmişlerdi. Kendisi o yılları şöyle dile getirmektedir:
“Acizane şahsi tecrübeme göre, yılbaşı tebrik kartı bastığım senelerde, halkımızın siyah-beyazı kat’iyen beğenmediğini; fakat renklerden hoşlandıklarını gördüm… İkinci ve maddi bir sebep var ki, o çok daha mühim galiba ve hatta, halen gravür yapanların gelişmesine mani olan malzemesizlik meselesi. Dünyanın her yerinde 'resim'e ait malzeme sanat dükkanlarda grafik için hazırlanmış muhtelif ölçüde bakır, çinko plak satın alınabilir…en ucuz gravüre mahsus kağıtlara kadar… Bizde bunları bulmak çok eziyetli oluyor. Ben de kağıda inceliği vermek için, bir iki etekliğimi kestikten sonra nihayet, Allah razı olsun, bizim kasap kağıdını buldum… Bizde gravür baskısına ait siyah mürekkep dahi bulunmamaktadır.”(1)
Aliye bu yıllarda eşi Berger’in Tünel Narmanlı Handaki atölyesine yerleşip sonsuz aşkını konu alan çalışmalarına başlar: Eşinin hayali, gerçek portrelerinin yanında kendisini “Küçük Aliye” olarak tanımlar, Büyükada’da, İstanbul’un gizemli köşelerinde gezinen çiftleri çizerek ortasında kendi dünyasının olduğu resim evrenini kurgular. Kendisine küçük bir gravür tezgâhı kurup, Cağaloğlu’ndaki baskı atölyelerinde bulabildikleriyle teknik arayışlarına girer. Çelik kalemlerle doğrudan çinko, bakır kalıplar üzerine kazınmış (pointe seche) plakalardan baskılar almaya çalışır. Ancak kalıpları çelikleştirerek ince çizgilerin korunmasını sağlayacak tekniği başarmadığı için onun her baskısı özgün bir eser karakterine sahiptir. İşte bu teknik zorluklarla mücadele ederken Yapı Kredi Bankası 1954 yılında kuruluşunun 10. yılını kutlamak için bir resim yarışması açar.
İş ve İstihsal konulu bu yarışmada ressamlardan 2 x 3 metre boyutlarında eserlerle başvurmaları istenmektedir. Jüri üyelerinin Herbet Read, M. Paul Fierens, Lionello Venturi gibi dönemin en önemli Avrupalı sanat tarihçilerinin, eleştirmenlerinin oluşturduğu yarışmaya 36 ressam 38 adet resimle katılır. Birincilik ödülünün Aliye’nin Güneşin Doğuşu isimli resmine verilmesi sanat ortamını köklü biçimde sallayan skandalları körükler. Çünkü şiirsel soyutlama olarak nitelendirilebilecek olan bu çalışma, o yıllarda Akademi’nin ağırlığıyla şekillenen sanat ortamındaki modern sanat anlayışını alt üst eden bir devinime, güce ve sıcaklığa sahiptir. Üstelik Akademi hocaları birbiri ardına verdikleri beyanatlar ve yazılarıyla jüriye, Aliye’ye saldırırlar. Ama bir başyapıt karakterine sahip olan bu resmiyle Aliye dünyayı aydınlatan, üretimin kaynağı olan Güneş'i kendine özgü ifade biçimiyle yorumlayarak Türk Sanatında “çağdaş duyarlılık” sürecini açar. Artık sanat hakkında bilgisi olmayanların bile anlamış olduğu bir gerçek vardır: Akademi hocalarının savunduğu akademik sanat, Kübizm, tarihe karışmış, soyut, şiirsel, imgesel "yeni sanatın" yolu açılmıştır. Aliye bu bağlamda öncü kimliğiyle son derece önemli bir süreci başlatıyor. Farklı, anlaşılamayan ama çizgisinden kesinlikle taviz vermeyen has sanatçılar kuşağının önünü açıyor. Tiraje Dikmen’den Seyhun Topuz’a, Semiramis Zorlu’dan Füsun Onur’a, Melike Abasıyanık Kurtiç’ten Jale Erzen’e kadar resmi sanat tarihi görüşünün, sanat piyasasının, ötesinde duran yaratıcı kimliklerin varlığını duyuruyor.
1954’ten 1974’e kadar geçen süre içinde Aliye gravürlerinin yanı sıra pek azı günümüze kadar ulaşmış olan yağlıboyalarıyla kendine özgü yaratı dünyasında heyecanların peşinde ilerleyerek, yalın, kapalı şifreleri olan özgün bir ikonografi oluşturur. Hele bin bir zorluklar içinde renkli baskılarında (Horon Tepenler, Horozlar, Davulcular) geliştirdiği deneysellik son derece etkileyicidir. Baskı metallerine farklı renk malzemelerini sürerek giriştiği deneyler, onun soyut ve figüratif öğeleri birleştirerek kendi imgelerini geliştirdiğini ortaya çıkarır. Gözlem gücü sayesinde o yıllarda kent manzaralarında beliren gecekonduları, yapım aşamasında olan Boğaziçi Köprüsü'nü ele alırken geliştirmiş olduğu ifade tarzı özgün bir bakışın ürünüdür. İstanbul’un kendine özgü gizemli kaosunu ele alan ilk imgesel ressamlardan biri olan Aliye’nin ablası Fahrelnissa ve yeğeni Füreya’nın gölgesinde kalmış olması, 25 yıldan beri kişisel sergisinin açılmaması son derece düşündürücü. Kadın araştırmalarının, Feminist sorgulamaların hızla ilerlediği bir süreçte Aliye üzerine yazıların da bir elin parmaklarını geçmemesi de üzücü.
Şimdiye dek onun hakkında en titiz, duyarlı kitabı kaleme alan Emel Koç’un (Alyoşa Aliye Berger Biyografisi, Can Yayınları, İstanbul 2004) başlatmış olduğu Aliye’ye yeni bakışlar sürecini Gonca Özmen sürdürmüştü:
“Sevgili Aliye, senin resimlerinle, gravürlerinle yalnızlık biraz diniyor. Kâğıtlara, levhalara eğildiğinde sen, seninle kimler kimler eğiliyor o düş parçalarına. Aldırmadan sana dayatılana, senin olanı getirip koyuvermişsin dünyamıza.
Bildiğini çizmeye durmuş hep elin. Gördüğünü göstermeye varmış aklın. Çerçevesine sığmış mı ki hem resimlerin? Sen, sen sığmış mısın ki çerçevene? Nasıl da imrenilesisin! Nasıl da sen sende senin sesin! Hem biliyor musun hiç kurumamış ki boyadıkların!”(2)
Bu özgürleştirici yaklaşımların devamını beklerken dudaklarımızdan dökülen cümle şu oluyor: Doğum gününüz kutlu olsun sevgili Alyoşa!
(1): Aliye Berger, Grafik Sanatlar, Sanat ve Sanatçılar Dergisi, Ankara, Yıl 1, Sayı 4, sayfa 8; Yazıda sanatçı ait yazış biçimi korunmuştur.
(2): Çerçeveden Taşan Tutku: Aliye Berger, Sarmal, Yapı Kredi Koleksiyonlarından Bir Seçki, YKY, İstanbul 2017, s. 189
Comentarios