İzolasyon sürecinde kütüphanesinde yer alan sanatçı portreleri, fotoğraflar, davetiye, desen gibi görsel malzemeleri tekrar elden geçiren Necmi Sönmez, daha önce yayınlanmamış olan bu malzemeler üzerine YEL, TOZ, PORTRELER başlığı altında hazırladığı yazılara devam ediyor. Serinin bu haftaki yazısının odağında, bugün aramızdan ayrılışının dördüncü yıldönümünde sevgiyle andığımız sanatçı ve akademisyen Ali Teoman Germaner (Aloş) var
Yazı: Necmi Sönmez
Aloş ve kedisi Şanslı, 2016, Fotoğraf: Ahu Antmen
2017’de yoğun olarak Paris Tecrübeleri kitabım için çalışıyordum. Hedefim 1945-68 arasında Paris’te bulunmuş olan sanatçılar hakkında detaylı bir inceleme yapmaktı. Hazırladığım listede Aloş’un ismi ilk sırada olmasına, çalışmalarını ilgiyle takip etmeme rağmen kendisini tanımıyordum. Hakkında titiz bir monografi ( Zamanların Belleği, Ali Teoman Germaner’in Yaşamı ve Sanatı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2007) yazan arkadaşım Ahu Antmen’den beni Aloş’la tanıştırmasını rica ettim. 30 Aralık 2017’de önce Ahu ile ziyaretine gittik Erenköy’deki apartmanına. İkinci ziyaretimde kendisini tanıyan, eserlerini seven koleksiyoner Sema Çağa eşlik etti. 1960-65 arasında önce Fransız, ardından da Türk Hükümeti öğrenci bursuyla Paris’te bulunan Aloş, sorularımı kendisine yazılı olarak iletmemi rica etmişti.
Aloş, 1960'lı yıllar, Paris Çalışmaları, Özel Koleksiyon
Üçüncü ziyaretimde yalnızdım. O gün, 5 Ocak 2018’de, kafama takılan soruları yazılı hale getirmiş, kendisinin benden rica ettiği Paris sokakları kitabıyla beraber kendisine vermiştim. Ben sokak isimleri de sorduğum için Aloş bunları doğru olarak hatırlayıp hatırlamadığını kontrol etmek için benden bu şehir atlasını rica etmişti. Birkaç saatliğine kararlaştırdığımız konuşmamız, belki konuştuklarımızın çekiciliğiyle uzadı. Onun hem heykellerini hem de gravürlerini merak ediyordum. Resim yaptığını, epeyce guaj çalışması olduğunu söyleyen Aloş’a arkası arkasına sorularımı yönettiğimde en iyi yanıtları çalışmalarının kendisinin vereceğini söyleyerek beni İmoga’daki atölyesine davet etmişti. Konuşmamız gündemde olan isimlerle, gölgede kalanlar üzerine yoğunlaştı. Ona kendisinin çok yakından tanıdığı Hadi Bara-Zühtü Müritoğlu, İlhan Koman-Şadi Çalık arasındaki ilişkileri soruyor, Modern Heykel’in ülkemizdeki en köklü değişim yıllarındaki tanıklıklarını rica ediyordum. Laf sonunda yaratıcılık, yaratıcılığın insanı avucuna alarak adeta hastalık derecesinde sarmalaması gibi ilginç bir konuya geldi. Zaman epeyce geç olmuş, Aloş yorulmuştu. “Devamını atölyede konuşuruz, istediğin fotoğrafları da veririm, bir sürprizim de olacak” dedi. Güzel başlayan konuşmamız güzel bitti.
Aloş, İsimsiz, 1963, Renkli Gravür, Özel Koleksiyon, Paris'te W.H. Hayter Atölyesi'nde basılmıştır
Çok arzu etmeme rağmen bu atölye ziyaretini yapamadım. 23 Şubat 2018’de vefat eden Aloş’un ardından Akademi’de yapılan anma törenine ve cenaze merasimine katıldım. Hazırladığım kitap onun çalışmaları olmadan yayınlandı. Ama 16 Mart 2021’de, Aloş’un yeğeni Harun Turgan’ın arkadaşım Erhan Altan üzerinden bana yolladığı mesaj beni adeta çılgına çevirdi. Aloş kendisine yazılı olarak verdiğim sorulara yazılı olarak yanıtlar vermiş, ancak bunları bana iletememişti. 5 Ocak 2018’de yazdığım soruların yanıtlarını dolaylı olarak yıllar sonra almak çok farklı bir tecrübeydi. Hem şaşırdım, hem de Aloş’a olan hayranlığım daha da arttı. Onun el yazısıyla verdiği yanıtlardan:
“Benden önce Paris ya da Avrupa’nın herhangi bir yöresine gidip gelen kuşaklarla aramda bir görüş ve yaklaşım farkı olduğunu kabul ediyorum. Çağdaşlaşmakla Batılılaşmak, kanımca çok farklı kavramlar.
T. C. 1416 sayılı yasa kapsamınca Batı ülkelerine “doktora yasası” gönderilen kuşaklarla sanki çok farklı zaman dilimlerine aitmiş gibiyiz. Oysa aramızdaki zaman farkı çok da değil. Kuşaklar olarak birbirimizi tanıdığımız söylenebilir. Bazıları eğitim yıllarında “hocam” oldular. Hepsini saygıyla anarım. Hemen hepsinin doğum tarihi 1900’lerin ilk yıllarına rastlar.
Birinci Dünya Savaşı’nı, onu izleyen işgal dönemini, bütün acılarını çocuk yaşta yaşadılar, tanık oldular. O kuşaktır ki Kurtuluş Savaşı’nın Türkiyesi’nin geleceğe yapacağı en önemli yatırımdı. Bu açıdan her birini bir misyon adamı olarak görmemiz yerinde olur. (Bkz. Ekrem Akurgal’ın anıları. Bkz. dönemin Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati Bey’in yaşamı.)
Yaşadıkları dönemde öykünülecek hedef, Avrupa’ydı. Model olarak onu gördüler.
Aynı zamanda bu onların zaafıydı. Ülkemiz atlattığı -on yılı aşkın- badire sonucu tam bir yıkıntı durumundaydı. Gözlerini Avrupa’da açtıklarını söylemek abartı olmaz, sanırım.
Benim kuşağım içinse, nasılını açıklamak benim için zor, ama yeryüzü Avrupa’dan daha büyüktü. Çağdaşlaşmanın Avrupa’nın peşine takılmakla, dümen suyunu izlemekle gerçekleşemeyeceğini yirmili yaşlarımın ortalarında algıladığımı söyleyebilirim. Avrupa’ya giderken Avrupa’nın ötesini arzuluyordum. Kendi söylemimin araştırılması, özgün yaklaşım benim için önemliydi. Paris’te ulaşabildiğim ölçüde, kendi kuşağımdan ama farklı ülke çocukları ile ilişkilerim oldu. Bu bana sanırım kimseye özenmemeyi, kendimi aramayı, kendi türkümü söylemeyi sağladı. Bu eğilim, sanırım, bende Avrupa öncesinde de yok değildi.”
Yazıda kullandığım görsellere ulaşmamı sağlayan Ahu Antmen, Neptün, Merih Öziş ve Harun Turgan’a teşekkür ederim.
Comments