Kütüphanesinde yer alan sanatçı portreleri, fotoğraflar, davetiye, desen gibi görsel malzemeleri tekrar elden geçiren Necmi Sönmez, daha önce yayınlanmamış olan bu malzemeler üzerine YEL, TOZ, PORTRELER başlığı altında hazırladığı yazılara devam ediyor. Serinin bu haftaki yazısının odağında ressam Ferruh Başağa var
Yazı: Necmi Sönmez
Sabri Berkel, Ferruh Başağa Portresi, 1935, Gravür, Yazarın Arşivi
Geçenlerde bir dost 2000 yılında Ferruh Başağa’ya yazdığım bir mektubu müzayeden aldığını söyleyince şaşırmıştım. Eski mektupların tuhaf büyüsü bir yana, makinalı tüfekten çıkarcasına sıralamış olduğum soruları tekrar okuduğumda, hem şaşırdım, hem de 24 Aralık 2010’daki vefatının ardından kaleme aldığım kısa bir yazıdan sonra Ferruh Başağa için hiçbir şey yayınlamadığımı fark ettim. Oysa 1983’te Tiglat Sanat Galerisi’ndeki sergisinden 15 Mart 2009’daki son atölye ziyaretime kadar Kızıltoprak’taki atölye evindeki konuşmalarımız beni her zaman etkilemiş, onun 1947’den gözlerini bu dünyaya kapatana dek sadık kalarak geliştirdiği “soyut sanat serüveni” karşısındaki heyecanım hiç dinmemişti. Ferruh Başağa’yı sıradışı kılan, onun Türk Sanatı’nda eşi pek az görülen bir “inançla” kafasının dikine gitmesi, etrafına, dostlarına bakmadan, adeta “iç sesiyle” yaşaması, üretmesi olmuştur.
Ferruh Başağa, Sinek, 1940'lar, Desen, Yazarın Arşivi
1983’te ilk kez gördüğüm resimlerindeki renkler o kadar etkileyici, o kadar sıradışıydı ki, kendisine birkaç soru sormaktan kendimi alamadım. Ben ve arkadaşlarımı önemsemeyen galeri sahibi Selman Pınar masasının başında işlerine gömülmüştü. Sessizliğin hakim olduğu galeride Başağa’ya renkleri nasıl karıştırdığını, bu güzel ışığı nasıl yakaladığını sormuştuk. Son derece detaylı olarak soruma yanıt verdiği gibi, tamamı soyut olan bu resimleri bize anlatmaya başladı. Kısa bir süre sonra üçgenlerin neden hareket ettiğini, çizgilerin yarattığı derinliği görmeye başlayınca kafamda ışıklar yanmaya başlamıştı. O anı hiçbir zaman unutmadım, unutamadım. Tahmin etmediğim bir şey olmuş, gördüklerimi kavradığımı fark etmiştim. Başka sergilerinde de karşılaştık sonra. Ufak tefek yazılarım çıkmaya başlayınca onun sergileri hakkında da birşeyler yazdım. Ama yayınlatamadım. Bu yazıların bir kopyasını kendisine veriyordum. Bir gün Cumhuriyet Gazetesi'nden bale eleştirileri kaleme alan eşi Nermin Başağa bu yazılarımı okuduğunu söyleyince şaşırmıştım. Kızıltoprak’taki atölyesinde geçirdiğimiz zamanlarda erken dönem çalışmaları, Sarajevo’daki öğrenciliği, Beşiktaş’taki uçak fabrikasında sinek kanatlarını inceleyerek geliştirmeye çalıştığı kanat formları, kurucu üyesi olduğu Yeniler Grubu, Léopold Lévy, üzerine konuştuğumuz temalardı. Bir gün, 1949’dan kalma, çok yıpranmış bir resmi karşısında öylesine duygusal bir konuşma yapmıştık ki, o gün kendisi hakkında bir kitap yazmak istediğimi söyledim. Kendisi ve eşi Nermin Hanım, tahminimin aksine, “Neden olmasın ki?” diyerek beni cesaretlendirdiler. Resimlerini görmem için atölyede duran dosyaları açtılar. Dosyalarının içinde özenle saklanmış olan kağıtlar, desenler, baskılara bakarak geçirdiğim zaman bana Başağa’nın ne kadar tutkuyla çalıştığını gösteriyordu. O zamanki aklım ve bilincim bu çalışmaları değerlendirmekte uzak olsa da beni yıllar, on yıllar boyu süren bu çalışma azmi etkiliyordu. Ama ne çalışma. Her eskizini saklayarak kendi geçtiği yolların izini sabitlemişti adeta.
Ferruh Başağa, 1946, Linolyum Baskı, Yazarın Arşivi
1989’da sanat tarihi doktoramı yapmak için İstanbul’dan ayrıldıktan sonra da Başağa’ları ziyaret etmeyi sürdürdüm. O sıralarda işinsanı Nahit Kabakçı çoğu sanatçının elindeki resimlerinin çoğunu satın almıştı. Ramko Sanat Galerisi isimli galerisinde kendine göre bir spekülasyon sistemi (sanatçılara yurtdışında sergiler açarak, bol miktarda eser satın alarak, resim yarışmaları düzenleyerek) geliştirmeye çabalıyordu. Başağaların iyi niyetli davetine rağmen Kabakçı’nın 1997’de yayınlağı kataloğa yazı yazmak içimden gelmedi. Ama araştırmalarımı sürdürmeye devam ettim. Başağa resminin gelişim çizgisini yakından tanıyordum. 2000 yılında Yapı Kredi Kazım Taşkent Galerisi’ndeki retrospektifi sırasında birçok resmini tekrar gördüğümde onun mücadelesinin önemi ve farklılığı daha da kesin olarak kafamda şekillendi. Neydi Başağa’yı önemli kılan?
Nuri İyem, Ferruh Başağa, A.H. Tanpınar, 1955, Maya Sanat Galerisi, Yazarın Arşivi
İstanbul Akademisi’nde Zeki Kocamemi ve Léopold Lévy ile çalışan Başağa, II. Dünya Savaşı’nın karanlık döneminde Türk Resmi’nin yeni yönelişini şekillendiren Yeniler Grubu’nun kurucu üyesiydi. O yılların baskıcı Akademi hegemonyasına karşı çıkan bir avuç sanatçının kurduğu bu grup, Nuri İyem, Selim Turan, Nejad Devrim, Avni Arbaş, Fethi Karakaş, Mümtaz Yener gibi genç sanatçılardan oluşuyordu. 1941’de toplumsal bir duyarlılığı savunan Liman Sergisi’yle ismini duyuran Yeniler daha sonra dağılsa da Başağa, yakın arkadaşları İyem ve Karakaş’la 1950’de Asmalımescit, Beyoğlu’nda ilk özel resim kursu veren atölyeyi kurarak Tavanarası Ressamları grubunu da şekillendirmişti. Seta Hidiş, Ömer Uluç ve Atıf Yılmaz bu atölyeden geçen isimler arasındadır. Sanatçıların öğretmen, memur olmadan yaşaması için mücadele veren kuşağın üyesi olan Başağa’yı önemli ve ilginç yapan onun özellikle 1950-55 arasında sıradışı arayışlara girerek soyut çalışmasıdır. Maya Sanat Galerisi’ndeki 1952, 1955 kişisel sergilerindeki soyutlarıyla müthiş bir fırtına estirir. Cim Dal takma adıyla Sabahattin Eyüboğlu’nun ilk sergisi için yazdığı yazı tazeliğini bugün bile korumaktadır:
“Ferruh Başağa’nın Maya’daki resim ve heykel sergisi, kapıdan içeri girer girmez ferahlık veren sergilerden biri. Bir anda kendinizi temiz, dürüst, kaçamaksız bir gayretin, saadetin içinde arayan bir insanın karşısında buluyorsunuz. Yani resmi; pir aşkına, eskiler hesabına yahut herhangi bir dünya görüşü adına kötüleyenlerini bile, kendi kendini bu kadar yoğurmuş, durultmuş, ayıklamış bir sanat karşısında duraklayacakları umulur.” (Akşam, 24 Ekim 1952, Ferruh Başağa sergi kataloğu, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2000, S. 53)
Ferruh Başağa ve Heykeltraş Nusret Suman, 1955 Maya Sanat Galerisi, Yazarın Arşivi
Dönemin en önde gelen, cesur ve tavizsiz tavrına imzasını koyan sanatçı soyut resmin moda olmaktan çıktığı dönemde, arkası arkasına, 1961, 1962,1963, 1964 yıllarında Türk-Alman Kültür Merkezi kişisel sergilerinde tamamı geometrik soyut çalışmalarını sergileyerek inandığı yola ilerlediğini, taviz vermeden kendi dünyasını kurguladığını ortaya koyar. Ama sanatçı nasıl yaşayacak, ailesine, dört çocuğununa nasıl bakacaktır? 1950-80 arasında mozaik, vitray, fresk gibi dekoratif çalışmalar yaparak hayata tutunur Başağa. Adeta dişiyle tırnağıyla kendi estetiğini oluşturur. Tek bir resim bile satmadan açtığı onlarca kişisel sergi açar, yaptıkları karşılığını bul(a)maz. Ama sanatçı dirençle yaptığının arkasında durur ki, bu altında koruyucu bir ağ olmaksızın yükselen, kendi ufuk çizgisini aşan yaratıcılığın ülkemizde görülebilecek en nadir, en etkili duruşlardan biridir.
Onun sanat serüvenin en ilginç özelliği, dünya sanatını takip etmesinin mümkün olmadığı yıllarda 1940’lar, 1950’lerde bile, kendi içinden gelen dürtülerle zamanın ruhunu (zeitgeist) yakalamış olmasıdır. Başağa’nın 1960’daki büyük boyutlu kompozisyonlarında gözlemlenen ifade, soyut sanatın tüm anlatım olanaklarından derlenen bir donanıma sahip olduğu için, hem lekesel (taşist) hem de geometrik soyutun son derece ilginç bir birleşimini sergiler. Yer yer kuş, güvercin motiflerinin belirmesine rağmen renklerin ritmik bir derinlikle eşsiz bütünlüğe büründüğü kompozisyonları dekoratif değildir. Bunda Başağa’nın Türk Resmi’nde daha önce görülmeyen bir içtenlikle “varyasyon” temasını ele almasının önemli bir payı olduğunu düşünüyorum. Aynı kurgusallık içinde farklı resimleri boyayan sanatçının çoğu kez meditasyon özelliğine sahip olan çalışmalarıyla yakaladığı ifade bütünlüğü 1980-2000 arasında ilginç bir ustalığa varmıştı. Çünkü 1981’de Akademi’deki vitray eğitmenliğinden emekli olan Başağa bu yirmi yıl boyunca gönlünden geçeni boyadığı için gençliğindeki çoşkuyla boy ölçüşen bir akışkanlıkla dev boyutla resimleri boyadığında kendi bağımsızlığının, özgürlüğünün de tadını çıkardığı için son derece mutluydu.
Onun mücadelerle dolu olan uzun yaşamında (1914-2010) dünyaya olan bakışının optimist olması önemli bir nokta. Başağa arkadaşları Nuri İyem, Avni Arbaş gibi sanat piyasasının, izleyicinin beğenisine boyun eğmedi. Neyi imzalasa karşılığını bulacağı, satabileceği 2000 sonrasında bile Kompozisyon ismini verdiği resimlerinde kendi istediğini yaptı. Bu dönemi hakkında aklımdan hiç çıkmayan cümleleri “1950’lerde İzmir Fuarı için duvar resmi yaptığımda da mutluydum, şimdi bunlarla da mutluyum. Fırçayı elime alınca dünyayı unutuyorum sanki.” olmuştu.
“Konuşarak değil, düşünerek üretiyorum” diyen Ferruh Başağa’dan daha çok öğreneceklerimiz var.
Comments