top of page
Yazarın fotoğrafıNecmi Sönmez

YEL, TOZ, PORTRELER: Hans Peter Marti

Kütüphanesinde yer alan sanatçı portreleri, fotoğraflar, davetiye, desen gibi görsel malzemeleri tekrar elden geçiren Necmi Sönmez, daha önce yayınlanmamış olan bu malzemeler üzerine YEL, TOZ, PORTRELER başlığı altında hazırladığı yazılara devam ediyor. Serinin bu haftaki yazısının odağında Hans Peter Marti var


Yazı: Necmi Sönmez


Hans Peter Marti


Kasım ayının son günlerinde iki olaydan heyecanlandım. Bunlardan ilki sevgili yazarım Tezer Özlü’nün Suche nach den Spuren eines Selbstmordes. Variationen über Cesare Pavese isimli çalışmasının kaleme aldığı dilde, Almanca olarak, Suhrkamp Verlag tarafından yayınlanmasıydı. Alman edebiyatının en saygın yayınevinin çıkardığı bu kitabın Türkçesi Yaşamın Ucuna Yolculuk başlığıyla 1984’te yayınlanmıştı. Önce Almanca, ardından Türkçe olarak kaleme alınmasının yanı sıra eşsiz bir geçmişi var bu metnin. Özlü’nün yaşamında özel bir dönemini yansıtan anlatının özgün ismi Auf den Spuren eines Selbstmordes. 1982’te Marburg Yazın Ödülü’nü kazanan bu çalışma, Batı Almanya’da ana dili olmadan Almanca yazanlara yeni bir köşenin, duruşun arandığı zamanlarda yayınlandığı için ayrıcalığı kavranamamıştı. Çünkü işçi edebiyatı, iki dilli edebiyat gibi kategorilerle Türkiyeli marjinalleştirildiği 1980’lerin kültürel ikliminde Özlü’nün bu çalışması hiçbir kalıba, gruba sığmayan “beklenmedik” bir özelliğe sahipti. Bu yüzden ne ayrıcalığı ne de farklılığı anlaşıldı. Ama yayımlandığında otorite karşısında direnen, mücadele ederek özgürlüğünü arayan yeni yazarlar kuşağının, yorulmaz amazonların yol göstericisi oldu.


Tarihin cilvesine şaşırmamak elde değil, 1982’de Berlin’de kaleme alınan metin, 2024’te Emine Sevgi Özdamar’ın şanssız olduğunu düşündüğüm son sözüyle Almanca olarak Berlinli bir yayınevi tarafından basıldı. Bunu belki de 40 yıl sonra gelen şiirsel adalet olarak yorumlamak hata olmayacak. Bu adaletin üzerine düşünürken aklıma çok uzun süredir beri yapmak isteyip de yapamadığım bir çılgınlık geldi: Tezer Özlü’nün son eşi Hans Peter Marti ile tanışmak. Sevgili yazarım hakkında kaleme almayı düşündüğüm anlatının birkaç kahramanından biri olan Marti’nin Bodrum’da yaşadığını biliyor ama onu arayacak cesareti bulamıyordum kendimde. Şimdi dedim içimden, Suhrkamp’tan çıkan bu kitap iyi bir neden olabilir. Yolumu tekrar Bodrum’a düşürdüm. Kasım’ın fırtınalı günlerinden birinde uzun süreden beri konuşmaya can attığım kişi karşımda duruyordu.


Her şeyden önce kimdi Hans Peter Marti? Sevgili yazarımla nasıl bir yolu paylaşmıştı? Kısa adı DAAD (Deutscher Akademischer Austausch Dienst), soğuk savaş yıllarında günümüzden farklı bir kimliği, konumu olan Berlin kentine yaratıcı sanatçıları davet edip kalmaları için güzel bir konut ve Avrupa kıtasında sanatçılara verilen en yüksek miktardaki bursu vererek yeni çalışmalar üretmelerini destekliyordu. 1981 yıllarında bu bursu kazanan Tezer Özlü eski Batı Berlin’in en prestijli adreslerinden biri olan Storkwinkel Strasse’deki DAAD apartmanında kalıyordu. 1980’lerin başı sevgili yazarımın en zor dönemidir. Özel ilişkileri kitlenmişti, sağlık sorunlarıyla uğraşırken yurduna, diline karşı köklü bir yüzleşmenin içindeydi. Türkiye’nin onu öldürmek isteyenlerin vatanı olduğunu kavradığı için yeni bir yol, yeni bir varoluş biçimi arıyordu. 12 Eylül darbesiyle alt üst olan toplumsal yapıdan derin şekilde etkilendiği için vatanına, diline karşı da yabancılaşmanın eşiğindeydi. Bu dönemde kendisine başvuru yapmadan verilen DAAD bursu, onun için bir can simidiydi. Yıllar yıllar sonra aynı apartmanda kalan Ayşe Erkmen’i ziyaret ettiğimde, yüksek tavanlı bu güzel konutun ön ve arka bahçelere açılan odaları dikkatimi çekmişti. Sevgili yazarımın çalışma masasının olduğunu düşündüğüm arka bahçeye bakan odada uzun süre kaldım. Çünkü Erkmen o sırada bir ses çalışması yaparak bu odadan duyulan sesleri konu alan bir kaset göndermiş, Berlin’in sesleri üzerine araştırmalar yapmaya yönelmişti. Bu çalışma hakkında bir yazı yazmak istiyordum. Bir sandalyeye oturup bu sesleri dinlerken aklımda sevgili yazarımın cümleleri geçiyordu. Gördüklerimle düşündüklerim ayrı noktalara doğru ilerlediği için yoruluyordum. Ama güzel bir yorgunluktu. 1981’de uzun bir süre Batı Berlin’de kalan Özlü daha sonra da sık sık bu kentte bulundu ve DAAD apartmanında çalışmaya devam etti.


Hans Peter Marti, Im Weissen Tappen isimli sergisinin kataloğundan çizim


1953’de İsviçre’nin Glarus kentinde doğan ve 1970’li yılların ortalarında Kanada’da sanat eğitimi olan Hans Peter Marti de 1982-83 yıllarını Berlin’de geçiriyordu. Kalın bir utanç duvarının ikiye böldüğü bu küçük kentte Hans Peter Kanadalı arkadaşlarıyla birlikte bir grup sergisinin hazırlıkları içindeydi. Tam bu sırada Akademie der Künste’de Peter Orlowsky ve Allan Ginsberg bir sahne performansı yapıyorlardı. Hans Peter Katmandu’dan aldığı yeşil-kırmızı renklerin olduğu, yanar döner bir montla buraya gelir. Peter ve Allen’ın sahnede çırılçıplak zıplayarak koklaşıp seviştiği bu performansın en ilginç yerinde bu montunun yakasına uzanan bir el uzanır, kusursuz bir Almanca ile “Nefis bir mont giymişsiniz. Sizi tanımak istiyorum. Performans çıkışı bana uğrar mısınız” der. Bu benim düşündüğüm bir Tezer-Hans Peter karşılaşması.


Storkwinkel’deki DAAD apartmanındaki Aralık 1983’teki geceye Torontolu, Berlinli, İstanbullu bir sürü yaratıcı katılır. Burada başlayan Tezer Özlü ve Hans Peter Marti yakınlaşması belki de geçen yüzyılın en büyük sanatçı aşklarından biridir. İkisinin yolu bir daha ayrılmaz. Sonu 1984’teki evlilikle biten ve sevgili yazarımın Zürich’e yerleşmesiyle sonuçlanan bu aşk, tuhaf bir şekilde Türkçe edebiyatın içine de girmiştir. Özlü’nün metinlerinde, mektuplarında bir haberci, kurtarıcı ve ölüm meleği olarak tanımlanan Hans Peter Marti, Leyla Erbil’in, Ferit Edgü’nün, Orhan ve Sezer Duru’nun kaleminden de eksik olmaz. Hatta sevgili yazarımın özel hayatını hedefleyen seviyesiz bir yazarın kaleme aldığı romanda da bir figür olan Marti belki de edebiyat tarihimize dahil olmuş ilk İsviçre’li tanıklardan biridir. İşte güzel mavi gözleri, fırıl fırıl etrafta dolaşan köpeğiyle Hans Peter Marti karşımda oturuyordu. Ne söyleyeceğimi, konuşmaya nasıl başlayacağımı bilmiyordum. Ama bir şekilde başladık. Sekiz saat süren görüşmemiz beni kelimenin tam anlamıyla başka bir zaman boyutuna taşıdı. Geçmişi konuşurduk ama durmadan günümüze referans yapıyorduk, bazen Almanca bazen Türkçe.


Hans Peter Marti, Im Weissen Tappen isimli sergisinin kataloğunu Necmi Sönmez için imzalarken


Bu yazıyı biraz da Hans Peter Marti’nin çalışmalarını anlatmak, onu sevgili yazarımın çizgilerinin dışında nasıl duyarlı bir yaratıcı olduğunu betimlemek için ele alıyorum. Çünkü edebi kahramanların gerçek hayata çık(a)mayan farklı bir varoluşları vardır. Kurgu ile gerçek arasındaki yakınlaşmalar ve farklılıklar, değişik bakış açılarını tetikler. Ben de bu tür bir yeni yorum için Hans Peter’i tanımayı hedeflemiştim. Kendisinden bana uzun zamandan beri peşinde olduğum 1986’da Kunsthaus Glarus’ta açılan Im Weissen Tappen isimli sergisinin kataloğunu getirmesini rica etmiştim. Bu yayın onun fotoğrafları, desenleri, heykelleri üzerine olduğu kadar hiçbiri dilin dil bilgisi kurallarına uymayan metinlerini de içeriyordu.


İtiraf etmeliyim ki, Hans Peter’i sevgili yazarımın kaleminden çıkan tüm cümlelerden daha da farklı bir şekilde kavradım. Söyledikleri, söyleyiş biçimi, kullandığı daha önce hiç duymadığım sıfatlar onun farklılığını ortaya koyuyordu. Benim için getirdiği 1983 Berlin desen defterine uzun uzun baktık. Bu defterde benim çok sevdiğim portreler vardı. Ama ilginç olan onun ana dili Almanca’yı da benzersiz kullanımıydı. 1986’taki sergisinin ismi Im Weissen Tappen’da bunu ortaya çıkarıyordu. Almanca Imdunklentappen tanımlamasından ürettiğini düşündüğüm bu isim birçok ruh durumuna gönderme yapıyordu: Ungewissen sein, (noch) nichts Genaueswissen; in eineraufzuklärenden Angelegenheitkeinen Anhaltspunkthaben. Hans Peter’in 1980’lerde gerçekleştirdiği çalışmaların ardından 1990’larda ürettiği fotoğraflara, grafiklere, desenlere baktığımda yeni ve farklının peşinde ilerleyen yalnız bir yaratıcının sancılı süreçlerini görüyordum. Konuşmamız sırasında çalışmalarının arkasındaki itici gücün kendisinin deyimiyle ehlileşmeyi reddeden bir “dağ-insanı” ruh dünyası olduğunu kavradım.


Hans Peter Marti, Im Weissen Tappen isimli sergisinin kataloğundan çizim


İnsan, hakkında birçok cümleyi okuduğu birinin karşısında olunca eli ayağı birbirine dolanıyor. Ne hazırladığınız soruları ne de merak ettiklerinizi sorabiliyorsunuz. Bu durumlarda galiba yapılacak en iyi şey konuşmayı akışına bırakmak. Hans Peter ile böyle yaptık. Birkaç saat için anlaştığımız randevu uzadı gitti. Ona arabasına kadar eşlik ettiğimde kötü hava adeta yok olmuş, müthiş yıldızlarla kaplı bir gökyüzü ortaya çıkmıştı. Baktık bir yıldız kayıyordu. Hans Peter “bir dilek tut” dedi. Benim dileğimi biliyorsun dedim. İşte o an bana “Tezer’in Parfümü olur mu?” dedi. Bir an tekrar muhteşem yıldızlara baktım. Ne diyordu? Hazırladığım kitaba isim önerdiğini kavradım. Evet, ne kadar güzel bir isim buldun diyerek onu ve köpeğini uğurladım. Araba sokağın ucuna varmamıştı ki sevgili yazarımın hangi parfümü kullandığını sormak aklıma geldi. Ama artık çok geçti. Bu güzel gökyüzünün altında bilmediğim bir yöne doğru yürümeye başladım.

Comments


Commenting has been turned off.
bottom of page