top of page
Yazarın fotoğrafıUnlimited

YEL, TOZ, PORTRELER: Lütfi Özkök

İzolasyon sürecinde kütüphanesinde yer alan sanatçı portreleri, fotoğraflar, davetiye, desen gibi görsel malzemeleri tekrar elden geçiren Necmi Sönmez, daha önce yayınlanmamış olan bu malzemeler üzerine iki haftada bir YEL, TOZ, PORTRELER başlığı altında hazırladığı yazılara devam ediyor. Serinin ikinci yazısının odağında fotoğraf sanatçısı ve şair Lütfi Özkök var


Yazı: Necmi Sönmez



Lütfi ve Anne Marie Özkök, Albert ve Annemarie Fürst'le, 1950 Paris,

Yazarın arşivi



Yazarların, şairlerin portreleriyle çalışmaları arasında bir bağlantı kurulabilir mi? Kitap tasarımlarında karşılaşılan portrelerin okuma isteğini tetiklediği ya da durdurduğu hakkında her okurun farklı tecrübeleri olduğunu düşünürsek, burada kullanılan fotoğrafların ayrıcalıklı konumu daha açık olarak ortaya çıkar. Modern Fotoğraf Sanatı içinde ayrı bir alan olarak değerlendirilen “portre fotoğrafçılığı” konu yazın olduğunda yaratıcı ile eseri arasında kurulabilecek olan diyalogları tetikleyen, çerçeveleyen son derece önemli bir konuma sahiptir. Bu görsel bir imgenin, yazınsal çalışmaları nasıl anlamlandıracağıyla da yakın ilişki içinde olduğu için “geçirgen süreçleri” bünyesinde barındıran bir alan olarak karşımıza çıkar. Yazın insanın portresi kendi dünyasının direk yansıması olduğu gibi, onun eseri hakkında da çağrışımlara dayalı, bir çoğu bir çırpıda dile getirilemeyecek olan, fenomenolojik olguları ortaya çıkar. Çünkü yazarla fotoğrafçı arasındaki elektriklenmeden başlayıp, onların hayatlarını, buluşmalarını, yakınlaşmalarını kapsayan ilişkiler sonuçta portreye yansıyarak, görsel imgenin arkasında birçok katmanın oluşmasını sağlar. Bu katmanları aralamaya çalışarak çok farklı bir edebiyat tutkusu geliştirmek mümkün olduğu gibi, ilişkinin odağındaki fotoğrafa yönelerek, “görsel imgenin” oluşum süreçleri hakkında, yazıyı, şiiri de içine alan farklı köprüler kurmak mümkündür. 1953-2010 arasında çekmiş olduğu etkileyici yazar portreleriyle bu alanda uluslararası bir konumda değerlendirilen Lütfi Özkök’le İstanbul (1987), Paris (1999), Berlin (2000) sergilerini kapsayan diyaloğum bana sadece bu tür köprüler kurma olanağı sağlamadı. Onlar bir şekilde hayatımın akışını da değiştirdiler.


1987’de düzenlenen 3. İstanbul Fotoğraf Günleri çerçevesinde Yapı Kredi Kâzım Taşkent Sanat Galerisi’nde Çağdaş Dünyadan Yazar Portreleri sergisi sırasında Lütfi Özkök’le Söz Gazetesi’nde 26 Aralık 1987’de yayınlanan bir söyleşi yapmıştım. Söyleşiye gitmeden önce bir kaç kere gezdiğim sergide, o zamana dek ismini duyduğum ancak kitaplarını okuyamadığım yazarların, şairlerin listesini de çıkarmıştım. Konuşmamız sırasında o sıralarda söyleşi yaptığım diğer sanatçıların tersine bana tepeden bakmayan, amatörlüğümü yüzüme vurmayan Özkök, kendisine gösterdiğim listeye baktığında gülümsemiş, “ne güzel bir yolun başındasın, oku o zaman” öğüdünü vermişti. Yayınlanan konuşmamızı kendisine gönderdikten bir hafta sonra üzerinde kaligrafik gibi duran el yazısının olduğu sarı zarfın içinden üzerine konuştuğumuz Alberto Giacometti’nin küçük bir fotoğrafı ve okumak istediği birkaç eski şiir kitabının ismi çıktı. Bu kitapları kendisine yolladıktan sonra da düzenli olarak yazışmaya devam ettik. Farklı şekillerde tekrarladığı üç cümlenin tam karşılığını kavramaya çalışıyordum: “Edebiyata karşı ilgim olmasaydı, şair olmasaydım, fotoğrafçı olamazdım. Fotoğrafçılığı, edebiyatın bir işlevi olarak kullandım. Bu sayede o yazarların resimlerini çekebildim.” Araya taraya 1978’de yayınlanmış olan İçimizdeki Sıla isimli şiir kitabını buldum. Burada kelimenin tam anlamıyla melankolik bir dünya bakışı vardı, onun Özkök fotoğraflarıyla olan ilişkisini nasıl görebilirdim ki? Zamana ihtiyacım vardı.


Lütfi Özkök, Paul Celan, 1963 Paris, Yazarın arşivi


Almanya’da sanat tarihi eğitimine başladığım 1989’dan sonra diyaloğumuz hızla gelişti. 1993’te Düsseldorf’ta yaşayan ressam arkadaşı Albert Fürst’e misafiri olduğunda tekrar buluştuğumuzda, bir gün süren birlikteliğimiz o kadar etkileyici geçti ki, master çalışmamı Fürst üzerine yapmaya karar verdim. Bu sayede 1950’lerde başlayan Fürst-Özkök kadim dostluğunun farklı katmanlarını da tanıdım. Heidelberg, Mainz’daki öğrenciliğim sırasında Alman gazete ve dergilerinde yayınlanan fotoğraflarına rastladıkça bunları kendisine de yolluyordum. Birkaç kere bu fotoğrafların telif haklarının ödenmediğini, benim yayınevlerine bu konuda telefon edip edemeyeceğimi sorunca, neden olmasın diyerek kolları sıvadım. Telefon görüşmelerimde telif haklarından sorumlu kişilerle konuştuktan sonra isimlerini, adreslerini Özkök’e bildirdiğimde, o faturalarını yolluyordu. Bir kaç kez zarf içinde “bugün sizi akşam yemeğine davet ediyorum” diyerek para yolladığında hayat arkadaşımla şaşırmıştık. Para yerine kendi fotoğraflarını yollamasını rica ederek küçük bir arşiv oluşturmaya başladım. Bir kitabevinin izinsiz kullandığı Paul Celan portresi yüzünden epeyce uğraştığımızda bir avukata danışmamız gerekti. Sonucu tatlıya bağlamak epeyce zor olmuştu. Bu sayede onun yaşamını daha yakından izleme, fotoğraflarıyla detaylı olarak ilgilenme fırsatım oldu. Giderek sıklaşan mektupları, zarflarındaki el yazısı nedeniyle arşivlediğim zarfları tıka basa iki, üç klasörü dolduruyordu. Telefon görüşmelerimiz sayesinde fotoğraflarına yansıyan umutları, yaşam yorgunluklarını portresini çektiği kişilerin çehresine düşen gökkuşağı renklerini, gri tonları, siyah/beyazları ve bazen sepyalaşan toprak tonlarını en uç noktalarına dek takip edebildim.


Mart 1949’da İstanbul’dan Paris’e Sorbonne’da doktora yapmak için varan Özkök burada, daha sonra evleneceği Anne-Marie Juhlin’le tanışır. Fransa’daki yaşamın zorluğu, yolda olan ilk çocukları genç çifte 24 Aralık 1950’de Stockholm’e kesin olarak yerleşme kararını verdirtmişti. Özkök arkasındaki gemileri yakmış, dilini bilmediği İsveç’te yeni bir mücadeleye başlamıştır. Bir yanda yaşamak, ailesini geçindirmek için çalışmak, öte yanda kendi şiirlerini yayınlamak için olanaklar araştırma yapmaya yönelir. Hüsamettin Bozok’un Yeditepe dergisinde İsveççeden Türkçeye, arkadaşı Lasse Söderberg’le birlikte Türkçeden İsveççe çeviriler yaparak kendisine bir çıkış yolu ararken şairlerin fotoğraflarına ihtiyaç duyar. 1953’te aldığı küçük bir Zeiss-Ikona makinesiyle fotoğraf çekip, evinin banyosuna kurduğu karanlık odada onları kağıda basmasını kendi kendisine öğrenir. Önceleri amatör bir çerçevede sürdürdüğü portre fotoğrafçılığı, 1960 yılından itibaren onun temel uğraşlarından biridir. Teknik, baskı kalitesi açılarından Özkök’ün çektiği portreler profesyonel çizginin uzağında durmasına rağmen, şair ve yazarların portrelerinde onların “öteki dünyalarına” açılan imgesel, düşsel yolları gören gözlere açması, Özkök’ün fotoğraflarının kalitesini, farklılığını oluşturur. Bu aktarılması oldukça zor olan görsel zenginlik, sanatçının portrelerinde adeta “yüzün arkasındaki öteki yüze” ulaşmasını, orada kendi şiiriyle, özyaşam öyküsüyle gelişen bir izlek kurmasına olanak sağlamıştır. 1999’da Paris’teki Fnac Fotoğraf Galerisi’nde François Weyergans’ın küratörlüğünü üstlendiği Lütfi Özkök, un poète-photographe sergisi bu konuda önemli bir dönüm noktası niteliğindedir. Çünkü Weyergans yaratıcı insanların yüzünü Özkök’ün şair olduğu için böylesine metaforik olarak yorumladığını ortaya çıkarmıştı. Bu saptayım aynı zamanda bir sorunun da karşılığıdır: Aşağı yukarı onlarca fotoğrafçının çektiği bir edebiyat insanını, Özkök nasıl yorumluyor ki, onun fotoğraflarına bakıldığında hissedilir bir farklılık kendisini duyumsatabiliyor?


Lütfi Özkök, Nazim Hikmet, Stockholm 1959, Yazarın arşivi


Burada Özkök’ün şimdiye kadar üzerinde pek konuşulmayan şiirlerinde de, fotoğraflarında da insanın “yüzüne” odaklanması bir leitmotiv olarak karşımıza çıkar. Diğer fotoğrafçılar bedene, bedenin mekan içindeki hareketine, duruşuna odaklanırken o sadece yüze, yüzün topografisine yönelir. Yüz onun için adeta arkeolojik bir kazı alanıdır. Yüzün bir kısmını karanlıkta bırakarak, kafanın olağan simetrisini kırıp, detayların daha da ön plana çıkmasını sağladığında bir tür “Lütfi-Özkök-Perspektifi” de ortaya çıkar. Hiç kuşkusuz kendisinin en önemli çalışmaları arasında yer alan Samuel Beckett, Paul Celan, Marguerite Duras portreleri bu özelliği açıkça ortaya çıkarmaktadır. Böylece onun portreleri, sözcüklerle tanımlanması oldukça zor olan bir derinliğe, gizeme bürünmektedir. Yaratıcı kişilerin çehrelerine bu kadar yakınlaşması, onun belki de klasik bir görsel sanat eğitimi almadan, perspektif bilmeden konularına içinden geldiği gibi yakınlaşması, yüzün uç noktalara ilerlemesini sağlamıştır. Bu noktada şair olmasının getirdiği ayrıcalık neydi sorusuna eğilmek bir zorunluluk olarak karşımıza çıkıyor.


İsveç’te yayınladığı şiir kitaplarını ele almam mümkün olmadığı için Türkçe yayımladığı iki kitabını, İçimizdeki Sıla, Uzağın Yakınlığı incelediğimizde, göç, göçmenlik, vatansızlık gibi konularla şekillenen bir melankoli hemen dikkati çekiyor. Bu konuda sanatçının yakın arkadaşı Demir Özlü’nün yorumu son derece ilginçtir:


“Ama Özkök’ün şiir dünyasının Orhan Veli-Garip şiir dünyası içinde biçimlendiği söylenemez. Öteki şair dostlarından çok ayrı bir yerdedir bu dünya. İçimizdeki Sıla dikkatle okununca görülecektir ki, Özkök’ün şiir dünyasının ardında duran varoluş, Verlaine’den başlayıp Rimbaud’dan geçerek Apollinaire’e kadar uzanan Fransız şiir dünyasıdır.” (Yeni Birlik Dergisi, Nr. 19/80-9) Ayrıca şiirsel imgelerini oluştururken de Türkçede alışık olmadığımız bir yaklaşım içindedir. “Lapon çiçekleri, karlı dağlar, gölgesiz yaz akşamları” gibi deyişler, şair Özkök’ün hasreti, hüzünü çok farklı bir biçimde içselleştirdiğini düşündürüyor. Bu bağlamda 1956’da yazmış olduğu Geçen Gençliğimdir şiirini tekrar okumakta fayda var:


“Bir toz bulutu üşüştü alınma

Yosunlar koyulaştı günlerimin taşında

Düşler eridi düş içinde

Geçen gençliğimdir kuzey şehirlerinde

Mutluluk dediğin ne? Kar yağıyor şimdi

Geçmiş zaman şiirlerimin esenliği üzerine

Tuzdan yürek, yanan avuç, solan vatan göğü

Tütüyor özlemin isli lambası

Geçen gençliğimdir kuzey şehirlerinde

Vurun ellerinizi ey uzak tanrılar

Parlasın gurbetin ateşten özgürlüğü

Ölümün ve aşkın dar geldiği bu göğüste”

Bu şiirde de açıkça duyumsanan dünyaya melankolik bakış, Özkök’ün objektifini yaratıcı kişilerin yüzü üstünde gezdirirken geliştirdiği “görsellikle” ortaklıklar taşıyor. Fotoğrafını çektiği yaratıcıların “ifadesini yakalamakta” göstermiş olduğu ustalık, Özkök’ün girdaplı bir dönüşümle çehreyi kompozisyonlarının odağına yerleştirmesinde yatıyor. Bu bir tür derinin altına girerek oradan sonsuzluğa dair bir ritim çalma olarak yorumlanabilir mi? Hiç kuşkusuz Özkök’ün portrelerindeki ritim, durgun suya atılan taşın etrafında oluşturduğu halkalar gibi, yeni yorumları tetiklediği, yaratıcıların eserlerindeki sonsuzluğa gönderme yaptığı için önemli ve tekil. Korona krizi nedeniyle kapalı olsa da, Demet Yıldız’ın küratörlüğünü üstlendiği İstanbul Modern’deki Lütfi Özkök: Portreler sergisi bunun en güncel kanıtı.


Lütfi Özkök, Alberto Giacometti, 1964, Yazarın arşivi

Comments


bottom of page