Kütüphanesinde yer alan sanatçı portreleri, fotoğraflar, davetiye, desen gibi görsel malzemeleri tekrar elden geçiren Necmi Sönmez, daha önce yayınlanmamış olan bu malzemeler üzerine YEL, TOZ, PORTRELER başlığı altında hazırladığı yazılara devam ediyor. Serinin bu haftaki yazısının odağında sanatçı Nurullah Berk var
Yazı: Necmi Sönmez
Nurullah Berk, 1980, Yazarın Arşivi
22 Mart 2023 Heybeliada’da doğan Nurullah Berk’in 117. doğum günü. Ressam, akademisyen, yazar, sanat tarihçisi, çevirmen, sergi yapımcısı olarak birçok alanda etkinlik gösteren Berk, modern sanatın ülkemizde anlaşılması ve yorumlanmasında son derece önemli bir konuma sahip olmasına rağmen, ne yazık ki çalışmaları yeterince ele alınmamıştır. 1928 yılında katıldığı Müstakil Ressam ve Heykeltraşlar sergisinden 9 Ocak 1982’de vefatına dek aktif olarak sürdürdüğü etkinliklerinde Berk her şeyden önce çalışkanlığıyla dikkati çeker. Gazete ve dergilerde yayınladığı yazılardan başka 1932’den 1977’ye kadar sanat hakkında yirmiye yakın kitap yayınlayan Berk, bir anlamda ülkemizde sanat eleştirisi ve sanat tarihini şekillendirmiştir. Açtığı kişisel sergilerin, düzenlediği kapsamlı grup etkinliklerinin yanı sıra vefatına dek yurtdışında Türk sanatı adına yapılan etkinliklerindeki jüri üyelikleriyle birlikte düşünüldüğünde, Berk’in kuşaklararası bir konumu olduğu ortaya çıkar.
Özellikle 1930’larda yayınladığı Modern Sanat, Leonardo da Vinci kitaplarını okumadan kuruculuğunu ve savunuculuğunu üstlendiği d Grubu’nu desteklediği yayınları, düzenlediği sergileriyle Berk’i değerlendirmeye kalkmanın doğru olmadığını düşünüyorum. 1930 sonlarında Léopold Lévy’nin asistanı olarak İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki kariyerine başlayan sanatçı, devletin kurumsal otorite ve olanaklarıyla desteklenen ilişkiler ağını örerek tüm etkinlikleriyle eril, merkezi bir perspektiften “Berk Mirası”nı şekillendirdi. Eğer günümüzde çoğulcu, özgürleştirici ve politik bir perspektiften ülkemizdeki sanatsal gelişimleri ele almak istiyorsak bu mirasla, “Berk Mirası”yla, hesaplaşmak, farklı okuma modelleri geliştirmek zorundayız.
Ancak bu okuma modelini ülkemizde geleneklerden uzaklaşıp, yeni bir ahlâk anlayışı ve saygıya dayalı bir perspektiften geliştirmemiz gerekiyor. Uzun süren sanat yaşamının sonlarına doğru Berk şu etkileyici açıklamayı yapmıştır:
“Her kuşak öncekine dudak büker, daha iyisini, doğrusunu, güzelini yaparım iddiasıyla aydınlığı taşıdığı kanısını yaymaya çalışır. Kimi zaman bu, bir saygınlık, bir dürüstlük içindedir. Kimi zaman da küstahça saldırılara, eleştirilere yol açar. Öyle ve böyle sonuç farksızdır, sevgiyi, saygıyı boşuna ararsınız gidenler ile gelenler arasında.” Bu cümleler onun ne kadar aldırmaz gözükse de kendisi hakkındaki eleştirilerden üzüldüğünün altını çizer ve devam eder: “Görüldüğü gibi saklamıyorum suçlarımızı, haksızlıklarımızı. Birkaç yıllık Avrupa çalışması bize, hocalarımıza karşı böylesine küstah, acımasız davranmak şımarıklığını vermişti. Bizden sonra gelen kuşak aynı acımasızlık, küstahlıkla davranıp kuşaktan kuşağa süren bu değerbilmezlik zincirine yeni bir halka ekleyecekti.” (Nurullah Berk, Kuşaktan Kuşağa, Sanat Çevresi, Sayı 6, Nisan 1979, Sayfa 8) Elbette eleştirinin haklı ya da haksızlığından öte, onun seviyesi, kullandığı dil önemlidir. Günümüze dek varlığını koruyan “değerbilmezlik zinciri”ni kırmamız gerektiği ortada. Her türlü sanatsal, entelektüel çalışmanın önündeki politik, kültürel, cinsiyetçi engellerle düşünüldüğünde güncel değerlendirmelerin yeni bir ahlâk anlayışı çerçevesinde gelişmesi gerektiği ortada değil mi? Nurullah Berk’e de bu perspektiften bakmak bir zorunluluktur.
Araştırmalarımda 1945 sonrasında Paris’te yaşayan ve çalışan sanatçılar üzerine yoğunlaştığım için “Berk Mirası”na olan bakış açım onun bu dönemdeki konumu ve etkinlikleriyle yakından ilgili. Fransız mürebbiyelerle büyüyen ve Galatasaray Lisesi mezunu olan Nurullah Berk’in çocukluğundan itibaren frankofon oluşu onun sanata olan bakış açısını köklü olarak etkilemiştir. Paris’te École des Beaux-Arts’taki klasik eğitimin ardından Erken Cumhuriyet dönemi burslarıyla tekrar bu kentte Lhote, Léger atölyelerinde çalışan Berk’in, Fransız sanat ortamını güncel eğilimleriyle takip edebilecek olan ender donanımlı genç sanatçılardan olmasına rağmen Fransa’daki öğrencilik döneminde Sürrealizm’le hiç ilgilenmemesi ilginçtir. Oysa biliyoruz ki, erken dönem Cumhuriyet bursluları ile sürrealistler Montparnasse’da aynı çevrede hareket ediyorlardı. Aralarında hiçbir yakınlaşmanın olmamasını anlamak kolay değil. Aynı kahvelere, lokantalara, sinemalara devam ederlerken hiç mi karşılaşmadılar? Bizimkiler her biri skandallarla süslenen sergi açılışlarına uğramadılar mı? O dönem çıkan dergileri, kitapları hiç mi takip etmiyorlardı?
Solda: 1946 UNESCO kurulusu nedeniyle Paris' te düzenlenen sergisinin kataloğu, Türkiye katılımını N. Berk ve Z.F. İzer organize ettiler, Yazarın Arşivi
Sağda: 1946 UNESCO, Paris sergisine katılan ressamların İstanbul'da gösterildiğinde yayınlanan broşür, Yazarın Arşivi
Berk’in bu dönemde Lhote’a olan bağlılığı, arkadaşları Cemal Tollu, Sabri Berkel ve Zeki Faik İzer’i de etkileyerek 1930’larda hiçbir geçerliliği olmayan Geç Kübizm’in Türk Sanatı’nda etkin olmasını sağlamıştı. Yazıları, konferansları ve Akademi’deki konumuyla Berk neden şematik, ülke gerçeklerine kapalı, kuru bir Kübizm yorumuna bu denli sahip çıktığını sürekli düşündüm. Onun bu ısrarcı tutumu ancak Resim Bölümüne şef olarak atanan Léopold Lévy’nin öğrenci olan kuşağın etkinlikleriyle sorgulanmaya başlamıştı. D Grubu ve Berk, kendi öğrencilerinden oluşan Yeniler’in sosyal konulara olan ilgisine de mesafeli duruyorlardı. 1946’ta Paris’te UNESCO açılış sergisi Türkiye bölümü ve Uzak Doğu Sanatları koleksiyonuna sahip olan Musée Cernuschi’deki Peinture Turquie d’ajourd’hui et d’autrefois (Bugünün Türk Resmi, Dünün Türkiyesi) sergisinin küratörlüğünü Zeki Faik İzer’le üstlenen Berk bu tarihten itibaren 1970 sonlarına dek yurtdışında açılan ulusal sergilerde jüri üyeliği yaparak birçok sanatçının kariyerini yakından etkilemiştir.
O tıpkı Sürrealizm karşısında takındığı tavrı, 1945 sonrasında Soyut Sanat akımı karşısında da gösterdi. Bu noktada belirtilmesi gereken Berk’in güncel sanat tartışmalarında sıcak alanlara girmeden klasik, yerleşik kurallar çerçevesinde şekillenen değerlere önem vermesidir. 1957’de Türkiye’de Resim ve Heykel isimli kitabı Fransızca ve İngilizce olarak yayınladığı, 1963’te Brüksel, Paris, Berlin, Viyana’da gösterilen art turc d’jourd’hui sergilerinin seçici kurulunda çalıştığı düşünüldüğünde “Berk Mirası”nın 1968 öğrenci hareketlerinin Türkiye’ye yansımasına kadar yerel sanat ortamımızda ne kadar etkin olduğunun altını çizer. Hiç kuşkusuz üstünde düşünülmesi gereken, 1954 Yapı ve Kredi Bankası yarışması sonuçlarına, 1958 Brüksel Dünya Sergisi Türkiye Pavyonu’nun başarısına rağmen Nurullah Berk’in kendi çizgisini sorgulamamasıdır. Soyut eğilimlerin geçerliliğini Türk Sanatı bağlamında da ortaya çıkaran bu etkinliklerde Berk son derece doğru bir kararla, Bedri Rahmi, Cemal Tollu gibi arkadaşları gibi heyecana kapılarak “karşı tavır” almamayı tercih etmiştir. Çünkü 1954 yarışması, AICA Türkiye komitesinin düzenlemiş olduğu yıllık kongre nedeniyle düzenleniyordu. Berk de Suut Kemal Yetkin’le AICA Türkiye komitesinin başkanlığını yürüttüğü için diplomatik davranmak zorundaydı. Fransız sanat ortamını düzenli olarak takip etmesine rağmen onun sessiz protesto olarak yorumlanabilecek bu özelliğinin nedenini epeyce düşündüm.
1950 sonrasında çeşitli resmi görevlerle Fransa’ya, Avrupa’ya giden Berk, soyut denemelerin uzun ömürlü olacağına inanmıyordu. Ustalarla Konuşmalar kitabında detaylı olarak anlattığı gibi, özellikle Picasso’nun yönlendirmesiyle Hat Sanatı’na güncel bir yorum getirmeye çalışıyordu: “Doğu-Türk görsel sanatların teknik özelliğine eğildiğimizde dikkati çeken başlıca kalitenin rengin çizgiye üstünlük sağlamadığı, ona paralel yürüdüğü, kesin hatlar içinde yer alan renksel uyumun o hatlar sınırını geçmediğidir. Resim sanatıyla en yakın kol olan Doğu minyatürlerinin renk uyumuyla birlikte çizgi arabeski gözettikleri dikkati çeker. Hat sanatında İslam yazısının bir çeşit resim olduğu kuşku götürmez bir gerçektir.” (Sanat Çevresi, Şubat 1982, Sayı 40, Sayfa 10) İslam dininin kurallarını gösteren içerikleri yok sayan bu yaklaşım açısı hiç kuşkusuz Berk’in kendi resimlerinde gözlemlenen statik, tekrara dayalı özellikleriyle yakından ilgilidir. Arabesk kavramını formlara, çizgilere indirgeyen özetleyici bakış açısı onun 1960 sonrasında kaleme aldığı kitaplarda da sıkça karşımıza çıkar. Berk Yaşar Nabi Nayır’ın önerisiyle kaleme aldığı Resim Bilgisi kitabında kolay olmayan bir deneye girer: “Bir kitap ki, resim üstüne, resim sanatının çeşitli konuları üstüne aydınlatıcı kimlikte olsun. Biraz resim estetiğine, temel ve kurallarına, biraz teknik özelliklerine, çalışma araçlarına, iç yapısına dokunsun, ama böyle yaparken sıkmasın, akıcı olsun, kitabı bitireni resim sanatına biraz daha yakınlaştırsın, onu biraz daha sevdirsin.” (Varlık Yayınları, 1964, sayfa 4). Bu cep kitabında Batı sanat tarihini de özetlemeye çabalayan Berk belki 1961 Darbesi’nden sonra oluşan göreceli özgürlük atmosferiyle bu kitabı şu olumlu paragraflarla bitirir:
“Soyut sanat akımlarının her halde kolaylaştırdığı ressamlık, Türkiye’de büyük bir gelişmeye ulaşmış bulundu…Yabancı yayınlar, dergiler, ansiklopediler Türk resim ve heykel sanatlarına geniş yer vermeye başladılar…Bugünün karmaşasının, bir oluşu müjdeleyen biraz da anarşik, kıymet ölçülerini dağıtan kaynaşmasının yakın bir gelecekte durulacağı, daha sağlam ve ölçülü bir yönelişe gideceği beklenebilir. Dünyanın her memleketinde olduğu gibi, bugün Türkiye’de de göze çarpan bu oluş, yarının sağlam değerlerine temel olacaktır. (Safya 159).
Soyut sanatı bu denli küçümserken bile takındığı centilmen yaklaşım Berk’in tüm yazılarında karşımıza sıkça çıkan ironiyi, “eleştiri zarafetini” gözler önüne serdiği için bu paragraflara detaylı olarak yer verdim. Düz cümleler arkasına Berk’in sığdırdığı ağır eleştirileri daha yakından tanımak isteyenlere, Fikret Mualla hakkında yazdığı kitabı önereceğim (Milliyet Yayınları, 1971). Gerçek şu ki, her şey ve herkes için yazı kaleme almıyor Berk. Onun yayınladıklarının arkasına yerleştirdiği ayrı bir sanat görüşü, yorumu var. Ancak dikkatli, bilinçli okuyucular bunu kavrayabiliyorlar. Unutmamak gerekiyor ki, sadece Berk değil, yaşıtları Abidin Dino, Bedri Rahmi, Eşref Üren de yabana atılmayacak eleştiri yazılarıyla Türk Modernizm’de “ressam yazar” prototipinin oluşmasını sağlamışlardı. Turan Erol, Adnan Turani, Adnan Çoker, İpek Duben, Canan Baykal, Jale Erzen gibi isimlerle farklı kuşaklarda da devam edecek bu sanat yazarı tipi ülkemizdeki sanat tarihi araştırmalarının özellikle ele alması gereken bir özelliktir. Kişisel olarak bu grubun kaleme aldığı eleştirilerin, yayınlarının dönemin profesyonel eleştirmenlerinden çok farklı olduğunu ve şimdilerde ihtiyacımız olan yeni yorumlamaların kapılarını aralayan bir özelliği olduğunu düşünüyorum.
Berk’in Paris üzerine kaleme aldığı yazıya değinerek yazıyı sonlandıracağım. Henry Miller’in Tropique du Cancer kitabını okuduğunda şu cümle ilgisini çeker: “Paris bir fahişeye benzer. Uzaktan pek çekici görünür, onu kollarınızın arasına almak istersiniz. Ama o iş olduktan beş dakika sonra kendinizi boşlukta hisseder, kendinizden iğrenirsiniz. Aldatıldığınızı, faka bastığınızı anlarsınız.” (Sanat Çevresi, Temmuz 1980, Sayı 21, Sayfa 8) Önce kendisinin de gençlik yıllarında feyz aldığı Paris’in bir hayat kadınına benzemesini yadırgayan Berk epeyce uzun ve anlamlı paragraflardan sonra lafı 1945 sonrasında Paris’e yerleşen ressamlarımıza getirip şu perendeyi atar: “Ama yanılıyor muyum dersiniz? Henry Miller’in “fahişe” dediği o fettan Paris’i adam akıllı kucaklayıp ‘malik’ olamadılar…”.
Doğum günü nedeniyle anmak istediğim Nurullah Berk’in yazıları, eleştirileri, sanat tarihimizde etkisini bugün bile gösteren eril bakışın çerçevelerini oluşturuyor. Onun Bedri Rahmi, Cemal Tollu, Sabri Berkel ile 1949’da ancak bir yıl yayınlayabildiği Yaşayan Sanat isimli dergi denemesi var ki, yerel Modernizm serüvenimizin anlaşılmasında anahtar kavramları, tartışmaları gündeme getiriyor. Kişisel olarak Yaşayan Sanat’a olan ilgim bu dergideki yazıların ressamlarımızın 1950’lerde bile neleri kavrayamadıklarını son derece açık olarak ortaya çıkarmasından kaynaklanıyor. Kamusal kütüphanelerde bile bulunmayan Berk kitaplarının tekrar yayınlanması, gazete ve dergilerde kalan diğer yazılarıyla derlenerek gün ışığına çıkması için daha ne kadar bekleyeceğiz?
Комментарии