top of page
Yazarın fotoğrafıNecmi Sönmez

YEL, TOZ, PORTRELER: Sabri Berkel

Kütüphanesinde yer alan sanatçı portreleri, fotoğraflar, davetiye, desen gibi görsel malzemeleri tekrar elden geçiren Necmi Sönmez, daha önce yayınlanmamış olan bu malzemeler üzerine YEL, TOZ, PORTRELER başlığı altında hazırladığı yazılara devam ediyor. Serinin bu haftaki yazısının odağında Sabri Berkel var


Yazı: Necmi Sönmez


Sabri Berkel, 1989, Fotoğraf: Necmi Sönmez

21 Mart 1907’de Üsküp’te doğan Sabri Berkel 4 Ağustos 1993’te İstanbul’da vefat etmişti. Aramızdan ayrılışının otuzuncu yılında Sabri Berkel üzerine düşünmek çağdaş sanatın aktörlerine yürekten bağlı olan, uzun süren yaşamı boyunca “modern olmanın” bedelleriyle boğuşan bir sanatçıya yeniden bakmamızı sağladığı için önemli. İlginç bir yaşam öyküsü var Berkel’in. Üsküp’te Türk kökenli bir ailede doğduktan sonra bu şehirdeki École Franco-Serbe’de eğitim alıyor. 1928’de Belgrad Güzel Sanat Akademisi’nde başladığı eğitimine 1929-35 Floransa Güzel Sanatlar Akademisi’nde devam ediyor. 1935’te yerleşmek için geldiği Türkiye’de bir süre Ankara’da ve İstanbul’daki liselerde resim öğretmenliği yaptıktan sonra 1939’ta Léopold Lévy’nin isteği üzerine İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi Gravür Atölyesi asistanlığına getiriliyor. 1941’de d Grubu’na katılan Berkel, 1947’de burslu olarak gittiği Paris’te geçirdiği bir yıldan sonra sanat anlayışını köklü biçimde değiştirerek soyut deneylere girer. 1951’de soyut geometrik resimlerine başlayan sanatçı, 1957’den itibaren kaligrafik soyut denemelere girerek 1990’lara dek taviz vermeden sürdüreceği resimsel tavrını ortaya çıkarır. 1977’de Akademi’den emekli olduktan sonra o zaman Dolmabahçe Sarayı’ndaki İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’nde kendisine verilen atölyeyi kullanan Berkel büyük bir titizlikle ürettiği resimlerini sanat piyasasının tüm baskılarına rağmen elinde tutmayı başarmıştır. Tüm resimlerini bu müzeye bırakan sanatçı hakkında 1989 (AKM) ve 2006’da (YKM) kapsamlı sergiler açılmıştı.


Sabri Berkel, Rondo, 1956, Eskiz, Yazarın Arşivi


Sabri Berkel’i ilk kez 1986 sonbaharında Resim ve Heykel Müzeleri Derneği’nin resim kurslarına devam ederken gördüm. Sürekli kravat takan, atölyesinde koyu renkli iş önlüğü olmaksızın çalışmayan Sabri Bey, her yönüyle sıra dışı biri olduğunu duyumsatıyordu. Onu Şişli ya da Nişantaşı’nda yürürken gördüğümde, gömleğinin rengiyle çoraplarının uyumu, kışın şemsiyesiyle, yazın şapkalarıyla sergilediği şıklığı, sadece benim değil, birçok kişinin dikkatini çekerdi. Bu kadar özenli giyinen bir ressamın çalışmalarını merak ederdim. 1986’da Maçka Sanat Galerisi’nde açılan bir grup sergisinde ilk kez tuvalleriyle karşılaşınca şaşırmıştım. Galerideki bir toplantıdan sonra kendisine diğer resimlerini merak ettiğimi söylediğimde beni müzedeki atölyesine davet etti. 8 Aralık 1986’da beni atölye kapısındaki bir not bekliyordu. Anahtarını evde unuttuğu içinde giremediğim atölyesini ilk kez bir hafta sonra ziyaret ettim. İçi tıklım tıklım resim dolu olan bu mekânın kendine özgü yağlıboya kokusu, Boğaz manzarası inanılmaz derecede etkileyiciydi.


Sabri Berkel'in 1988'de yazar için atölye kapısına bıraktığı not


O sıralarda bana söylediklerini tam olarak anlayacak seviyede olmadığım için cümlelerini yazmaya çalışırdım. Bunun nedenini sorduğunda, hakkınızda bir yazı yazacağım onun için dediğimde bana olan tavrı tamamen değişti. Resimlerini gösterirken hakkında çıkan yazıları ve katalogları da vermeye başladı. Tuttuğum notların bir kısmı:

  • Sanat bir yerde durmuyor. Onun seyri beni buraya getirdi. Kasten soyut resim yapmıyorum. 20. yüzyılda yaşıyorum. Bütün bunlardan edindiğim en direkt teknik ve güzellik kalıntılarından, birikimlerinden bu resimler meydana geliyor.

  • Yeni bir şey yapmak değil, kişiliğinizi yansıtan eser yapmak en doğrusudur. Zamanlar, devirler değişir. Ama sanat eseri, sanat eseri olarak kalır.

  • Sanatçı kendisinden önce yapılmış olanları görmek ve sevmek zorundadır. Çünkü geriye baktığınızda müzelerin şaheserlerle dolu olduğunu görürsünüz. Bunlardan ders almak gerekir. Sanatçı birikim yapmak zorundadır ki ilerleyebilsin.

  • İlk başlayanlar doğa ve müzelerle beraber yürümeye çalışırlar. Yavaş yavaş kendi düşüncelerini düzene sokarak kendilerini bulmaya çalışırlar. Böylece otuz, otuz beş yıl geçer. 40 olgunluk yaşıdır bir sanatçı için. Kendi gücü yettiği derecede eserler vermeye başlar.

  • Benim ressamlık kariyerim 1928’lerde başlıyor ve devam ediyor. Direk olmayan bir şekilde Kübizm’i, Matisse’i, Picasso’yu tanıdım. Gençken sevdiklerimi daha sonra beğenmemeye başladığım oldu.

  • Günümüzde gerek Avrupa gerek Türkiye bir karmaşa içinde. Çünkü sanatın istikametleri değişti. Profesyonelle amatör birbirine karıştı.

  • Resimlerimin isimsiz oluşunun bir anlamı var. İsimler birçok kişinin kafasında şekilleri çağrıştırıyor. Ama ismi olmayan tablo kendi üslubuyla konuşur.

  • İki türlü değerlendirme yapılabilir. Birincisi müze içindeki geçmiş sanat, ikincisi müze dışındaki yaşayan sanat. Ben hep müze dışıyla, bugünle, uğraştım.


Solda: Sabri Berkel, 1960-65, Sanatçının Yılbaşı Kartı, Serigrafi Baskı, Yazarın Arşivi

Ortada: Sabri Berkel, Ferruh Başağa Portresi, 1939, Gravür, Yazarın Arşivi

Sağda: Sabri Berkel, Form, 1970'ler, Yazarın Arşivi


Bu cümlelerin arka planındaki bilgiye sahip olmak için o yıllarda sahaflardan Sabri Berkel hakkında ne bulursam almaya, davetiyelerini, gravürlerini, fotoğraflarını toplamaya başladım. Elif Naci’den Mahmut Cûda’ya, Zeki Faik İzer’den Eren Eyüboğlu’na kadar o yıllarda yaşayan modern ustaları hakkında ne bulursam aldığım için birçok sahaf benim için malzeme biriktirir, pek fazla karşılık istemeden bana malzemeleri devrederlerdi. Bu sayede birçok sanatçının yaşamını, çalışmalarını yakından tanımam mümkün olduğu gibi gruplar, kişiler arasındaki mücadelelerin kökenlerini de öğrenmeye başladım.


Sabri Berkel, 1960'lar, Yazarın Arşivi


1988’in Eylül ayını ilk kez Paris’te geçirirken Hakkı Anlı için bir yazı yazmam gündeme gelmişti. Bir gün Anlı’nın atölyesinde Sabri Berkel’le karşılaşınca oldukça şaşırmıştım. Çünkü Anlı ne kadar açık sözlü, küfürbaz ve düşündüğünü hiç sakınmayan bir tarzda konuşuyorsa, Berkel o derecede susuyor, adeta konuşmak istemiyordu. Onun bu içine kapalı tavrından kurtulduğu tek yer müzeydi. Ricamı kırmadı, Pompidou’ya birlikte gittik. Birkaç saat için düşündüğüm bu ziyaret tamı tamına dört saat sürdü. Çünkü Sabri Berkel kendisi için önemli olan resimleri bana tek tek anlatırken daha önce farkında olmadığım bir dünyanın kapılarını aralıyordu adeta. Yavaş ve kendinden emin tarzla Picasso’yu, Matisse’i, Kupka’yı anlatmasından etkilenmiştim. Çünkü daha önce Abidin Dino hariç, hiçbir ressamla bu kadar detaylı bir şekilde müze ziyareti yapmamıştım. Abidin’in bana öğrettiği müze ziyaretlerini güzel bir yemekle kapatma ritüeline katılması için Sabri Bey'i davet ettim. Unutulmaz bir akşam geçirdik. Sabri Bey'in o akşam bana söyledikleri Modernizm’in mirası sürecinde Türk Sanatçılarının Batı'ya, benim hiç anlayamadığım André Lhote’a bile, nasıl hayran olduklarını bana duyumsattı. Lhote konusuna eğilince, hatta onu biraz sıkıştırınca, aslında ondan çok Matisse’le uğraştığını söylediğinde galiba benim için koyduğu çizgiyi terk etmiş, daha açık konuşur hale gelmiştik.


Hakkı Anlı ve Sabri Berkel, 1988, Anlı'nın Paris'teki Atölyesinde Fotoğraf: Necmi Sönmez


Sabri Bey etkiden, etkilenmekten korkmayarak kendi yolunda ilerlerken onlar bedeli ne olursa olsun “modern olmayı” hedefliyor, diğer sanatçıların dil bilmedikleri için ilerleyemedikleri bir alanda dört nala koşturuyordu: Okumak. O akşam bana modern sanatı anlamak istiyorsam Léger’nin kitaplarını okumamı önermişti. “Ben da okudum” demesini hiç unutmadım. O kadar güzel İstanbul aksanıyla konuşuyordu ki, Balkan şivesinden dilinde kalan miras, kendine özgü vurguladığı “ben da” takısı olmuştu. Paris’teki buluşmamızdan sonra Sabri Berkel’in resimlerine başka bir gözle bakmaya başladım, daha sık beraber olmaya başladık.


Sabri Berkel, Oturan Adam, 1939, Gravür Baskı, Yazarın Arşivi

1989’un ilk aylarında Atatürk Kültür Merkezi’nde açılan retrospektif sergisi Berkel’in resimlerini daha yakından tanımama neden olduğu gibi, hemen hemen her gün sergisine gelen sanatçıyla eserlerinin önünde konuşma olanağını sağladı. Bu sayede onun kendi kuşağındaki hiçbir sanatçıda karşılaşılmayan bir inançla, hatta adanışla, soyut tarzda çalışmasının nasıl bir bedeli olduğunu daha yakından tanıdım. Dönemin akımlarına, eğilimlerine karşı kendi bildiği yolda ilerleyen Berkel, o yıllarda palazlanan sanat piyasasının baştan çıkarıcı tekliflerine da karşı çıkıyordu. Resimlerine adeta satılmaması için fiyat koyarken, onlardan ayrılmak istemediği belliydi. Ahmet Öktem, Seyhun Topuz, Candeğer Furtun tarafından hazırlanan bu sergi, Jale Erzen’in etkileyici katalog yazısıyla benim için unutulması imkânsız bir okul gibiydi. Kaç defa gezdiğimi hatırlayamadığım serginin sonlarına doğru Sabri Berkel’in resim dünyasını kurmak adına normal dünyadan, eş dost ilişkilerinden kendini soyutlayarak ürettiğini daha da yakından kavradım. Benim üniversiteye gitmek yerine sergisine bu denli sık gelmem, resimleri önünde zaman geçirmem Sabri Beyin dikkatini çekmişti. Arada bir takılmak için, “ne zaman çıkacak yazın” diye sorardı. Aslında ikimizde benim böyle bir yazıyı yazamayacağımı biliyorduk. Neden sakınayım, Jale Erzen’in o muhteşem yorumunu okuduktan sonra Berkel hakkında bir cümle bile yazmamın mümkün olmadığını kavramıştım. Ama Sabri Berkel ile zaman geçirmek hoşuma gidiyor, beni sanki başka bir zamana doğru sürüklüyordu. Birkaç akşam sergiyi kapatıp Taksim’den Şişli’deki evine doğru birlikte yürürken konuştuklarımız bin bir dala atlıyordu. Bir cümleyi ısrarla tekrarlamasını o zamanlar anlayamamıştım: “Eğer evlenseydim, normal bir aile hayatım olsaydı bu resimleri yapamayacaktım.”


Sabri Berkel, Leke, 1960, Yazarın Arşivi

Berkel’in etkilendiği, izini sürdüğü ressamlar son derece açık olarak ortadadır. Onun bu etkileri kendileştirerek soyut imgeleri etrafında ördüğü "resim kozası" kesin bir adanmışlık, sonucunun ne olduğu tam olarak belli olmayan bir mücadele üzerine kuruluydu. Üç-dört yıla yayılan konuşmalarımız benim onun sanatından çok, bu kozayı tanımamı sağladı. 1989 sonbaharında atölyesindeki bir buluşmamızda benden gözleri çok iyi görmediği için tırnaklarını kesmemi rica etti. Bu işlerini profesyonel olarak yapan bir arkadaşım olduğu için ertesi gün onunla buluşmayı organize ettim. Hem manikür, hem de pedikür sırasında Sabri Bey profesyonel hizmetten aldığı memnuniyeti ortaya koydu, bize Floransa günlerini anlatmaya başladı. Elinin sıkılığıyla ünlü olan Berkel o akşamüstü hem arkadaşıma hatırı sayılır bir bahşiş, bana da kalın bir zarf verdi ve ekledi, “Eve gidince bakarsın!”. Bu zarfın içinde hakkında uzun uzun konuştuğumuz resimlerinin eskizleri çıktı.



Berkel'in 1980 Sergi Kataloğu, Yazarın Arşivi

Her resminin sayısız eskizini yapan Berkel, küçük boyutlu eskizlerini büyüterek ilerler, bu sırada renkleri, formları, abartmadan söylüyorum, sıkılmadan onlarca kere değiştirir. Bir kompozisyonun farklı boyutlarda eskizlerini yaparak adım adım ilerlerdi. Bana verdiği zarftakiler en küçük eskizleriydi. Benim imza toplama tutkumu bilen Sabri Bey, onun titiz imza atması nedeniyle belki bir gün sürecek olan bir eziyetten kendisini kurtarırken, bana bir ömür boyu onu severek hatırlayacağım bir oyunun kapılarını aralıyordu. Gel zaman git zaman, bu zarfı önüme alarak resimleri tarihlendirmeye çalışır, arka arkaya dizerek, hayali bir serginin kurgusu üzerine çalışırım. Çoğunun üzerindeki yağlıboya kokusunu içime çekerken Sabri Bey'le Paris’te, İstanbul’daki konuşmalarımızın unuttuğum kısımlarını hatırlarım. Şimdi, aradan geçen otuz yıldan sonra, “Eğer evlenseydim, normal bir aile hayatım olsaydı bu resimleri yapamayacaktım” cümlesinin neye karşılık olduğunu kavrayabiliyorum. Ama itiraf etmeliyim ki Sabri Berkel hakkında, hele de Jale Erzen’in yazısındaki yorum gücü karşısında, yeni bir bakış açısı geliştirecek gücü bulamıyorum kendimde.


コメント


bottom of page