İzolasyon sürecinde kütüphanesinde yer alan sanatçı portreleri, fotoğraflar, davetiye, desen gibi görsel malzemeleri tekrar elden geçiren Necmi Sönmez, daha önce yayınlanmamış olan bu malzemeler üzerine iki haftada bir YEL, TOZ, PORTRELER başlığı altında hazırladığı yazılara devam ediyor. Serinin üçüncü yazısının odağında heykeltıraş Semiramis Zorlu var
Yazı: Necmi Sönmez
Semiramis Zorlu, Capri, 1960'lar, Yazarın Arşivi
1990’da Michel Seuphor’un Die Plastik unseres Jahrhunderts kitabında ilk kez Semiramis Zorlu isimli heykeltıraşla karşılaştım. Burada verilen kısa biyografik bilgiler 1928 İstanbul doğumlu Zorlu’nun Ossip Zadkine’nin öğrencisi olduğunu, 1950’lerde Paris’te önemli sergilere katıldığı bildiriyordu. Zamanla sağda solda bulduğum dönemsel belgelerde ismini sıkça görmeye başladığım Zorlu’nun adresine ulaşmam epeyce zaman aldı. 2 Kasım 1998’de başlayan mektuplaşmalarımız esnasında Zorlu, biri Capri adasında, diğeri Lugano’da bulunan iki farklı adres kullandığından onun sanatı ve yaşamına ait bilgilere arzu ettiğim hızda ulaşamadım. Merak ettiklerim ise epeyce fazlaydı. Nasıl biri olduğunu çok merak ediyordum, yalnızca kusursuz bir İngilizce ile yazdığı mektuplarının kağıt ve zarflarından çok farklı biri olduğunu duyumsuyordum.
2 Aralık 1999’da Paris’te Les Deux Magots’daki ilk görüşmemizde inanılmaz bir zarafet ve şıklık içinde beni karşılayan Zorlu, Türkçe konuşmak istemediğini söyledi. Bazen İngilizce, bazen de Fransızca ilerleyen diyaloğumuzdan, onun önce beni tanımak istediğini ve ondan sonra konuşup konuşmama kararını vereceğini kavradım. Hakkı Anlı’nın ortak tanıdığımız çıkması aramızdaki mesafeyi azaltması ve konuşmanın ardınan Musée Zadkine’e gitme önerime sıcak bakan Zorlu, daha önceleri öğrenci olarak gittiği Zadkine Atölyesi’nin bahçesinde bana Paris’te geçen ilk dönemi hakkında epeyce bilgi verdi. Neredeyse dört saati bulan görüşmenin ardından kendisini Saint-Germain-des-Prés’deki oteline bıraktığımda bana bir kataloğunu imzaladı. İçimden bir his bana bir şekilde onun güvenini kazanabileceğimi düşündürüyordu.
Mektuplaşmaya devam ettik. Yavaş yavaş sorularıma daha detaylı yanıtlar vermeye, ailesi, yaşamı, çalışmaları, Paris’teki arkadaşları, çevresi hakkında sürdürdüğüm araştırma için son derece önemli belgeleri paylaşmaya başladı. Semiramis Zorlu’yla uzun süren telefon görüşmelerimiz de oluyordu. Bu yakınlaşmanın rüzgârıyla 3, 4 ve 5 Haziran 2005 tarihlerinde Lugona’da yaptığımız görüşmeler bana hem çalışmalarını, hem de adeta bir romanı andıran hayat hikâyesini kapsamlı olarak inceleme olanağı verdi. Lugano’da geçirdiğimiz üç gece, dört gün boyunca Zorlu’nun arşivinde çalışmak, bana Parisli Türk Sanatçıları hakkındaki araştırmalarımın ötesinde, son derece ayrıcalıklı bir insanı tanıma, hayatının en zor dönemlerinde bile kendi bildiği doğru yolda ilerleyen bir yaratıcıyı inceleme olanağı verdi. Birçoğu ikimizin arasında kalacağına dair söz verdiğim bilgilerin dışında Semiramis Zorlu’nun heykellerinden, resimlerinden yola çıkarak çizeceğim sanatçı portresi, pek bilinmeyen, İstanbul, Beyrut, Londra, Paris, Roma, Capri, Lugano kentleri arasında şekillenen kozmopolit bir yaşamın izlerini taşıyordu.
Solda: Semiramis Zorlu, Calvaire, 1954, Maket, Yazarın Arşivi
Ortada: Semiramis Zorlu, Le Baiser, 1954, Yazarın Arşivi
Sağda: Semiramis Zorlu, Noblese et Fierté, 1954, Bronz, Yazarın Arşivi
1928’de İstanbul’da armatör Muzaffer Emin Zorlu ve Celile Hanım’ın tek çocuğu olarak doğan Semiramis Zorlu, kökleri Rus İbrahim Paşa’ya uzanan Osmanlı aristokrasisine ait bir aileden geliyor. Amcası Fatin Rüştü Zorlu, uzak akrabası Kamuran Ali Bedirkan ailenin politik hayata atılan üyeleridir. 1930 sonlarında babasının işleri gereği Lübnan’a yerleşen aile, Semiramis’in Beirut English High School for Girls’te eğitim almasını sağlar. 1946 yılını Londra’da geçiren Semiramis’in İstanbul’a döndüğünde tanıştığı bir İngilizle evlenerek Kıbrıs’a yerleşir. Burada geçirdiği iki yıldan sonra kafasındaki yeni fikirlerle İstanbul’a gelerek 1950’de Nurullah Berk’in Sanat Dostları Cemiyeti Derneği’nde verdiği resim kurslarına devam etti. O yıllarda son derece etkin bir kurum olan bu dernekte farklı sanat kurslarının yanı sıra konferanslar da veriliyordu. 27 Şubat 1951’de bu derneğin salonlarında açtığı küçük resim sergisini hocası Berk “Şaşılacak bir kabiliyet. Akademi’deki öğrencilerimin üç senede erşitikleri bir merhaleye, dört ay içinde erişti,” cümleleriyle değerlendiriyordu. Aldığı olumlu eleştirilerin ardından kendisini tamamiyle sanata adamaya karar veren Semiramis 1951’de yerleşmek amacıyla Paris’e gitti.
Fransız sanat ortamını yakından takip eden Berk’in yönlendirmesiyle Académie de la Grand Chaumière’de Ossip Zadkine atölyesinde heykel çalışmaya başladı. O yıllarda Paris’te belli bir ücret ödenerek devam edilen özel akademilerden biri olan bu okulda Semiramis önce canlı modelden gerçekçi tarzda desenler, heykeller gerçekleştirdi. Ancak kısa bir süre sonra Zadkine’in yönlendirmesiyle gerçekçi formları geometrik planlara dönüştürerek, kübist denemelerini ardından, soyutlamaya yöneldi. 1952’de Musée Rodin’de açılan Salon de la Jeune Sculpture sergisine bu tarzda yaptığı La journée s’achève isimli heykeliyle katılan Semiramis böylece 24 yaşında ilk kez çalışmalarını Paris’te sergilemiş oluyordu. Daha Zadkine’in öğrencisiyken 1953’de 2. Middelheim Biennale’ine katılma daveti alan genç sanatçı bu başarılarından aldığı cesaretle hem figüratif çalışmalarından soyuta geçmiş, hem de ailesinin desteğiyle kendisine bir atölye kiralayarak (22 Avenue Général Leclerc) tek başına çalışmaya başlamış. 1955’te dönemin önde gelen galerilerinden olan Galerie Colette Allendy’de hem yarı-figüratif hem de soyut karakterli heykelleri, desenleriyle ilk kişisel sergisini açan sanatçı bu sayede o dönem Paris’te tartışılan “soyut sanat” olgusuna bir yorum getirmeyi başarıyordu. Charles Estienne’den Robert Vrinat’ya dek dönemin tüm önemli eleştirmenlerinin hakkında övcü yazılar kaleme aldığı bu sergi nedeniyle yayınlanan broşürde yer alan bir fotoğraf hiç gözümün önünden gitmiyor: Öpücük isimli soyut heykeline çalışan genç sanatçı elindeki alçı çanağıyla öylesine içten bir biçimde kameraya bakıyor ki, önü dalgalanmış, arkası tek örgü haline getirdiği saçlarıyla adeta bir Madonna zarafetine sahipti. Semiramis Zorlu’yu dönemin önde gelen heykel sanatçılarından biri olarak tescilleyen bu serginin ardından Salon des Réalités Nouvelles, Salon du Comparaison, Biennale d’Art Abstrait Bordeaux başta olmak üzere o yılların en önemli grup sergilerine davet edilmesi onun genç yaşında ulaştığı yetkinliğin kanıtıdır.
1956’de Semiramis İtalyan diplomatı Giovanni di Orlandi’yle evlendikten sonra 1958’de Roma’ya yerleşti. Ancak hatalı bir kararla ismini Semiramis di Orlandi olarak değiştirir. İtalyan sanatçısı kimliğiyle Lionello Venturi, Herbert Read gibi sanat tarihçilerinin düzenledikleri önemli sergilere heykellerinin yanı sıra resimleriyle davet edilir. Semiramis’in 1960’ta Capri adasında bir atölye-ev açması onun hayatını kökünden değiştiren bir olgudur. 1963’te eşinden ayrıldıktan sonra daha çok Capri’de çalışmaya devam eder. Organik formlarla farklı deneylere giren sanatçı soyut çalışmalarının yanı sıra figüratif deneylere de girerek bir tür sentez arayışı içinde ilerlerken, Paris (1964) ve New York’taki (1967) kişisel sergileriyle 1960’lı yılların sonunda kendisinin “sembolik realizm” olarak tanımladığı bir yönelime girer. Bu dönem Semiramis’in sanata olan bakış açısının da köklü olarak değiştiği bir dönemdir. Paris’teki hareketli sanat ortamından uzaklaşması kişisel bir karardır. O yıllar hakkında konuşurken, hem kendi yaptıklarının hem de yakın çevresinde olan Serge Poliakoff, Émile Gilioli, Hakkı Anlı, Guiseppe-Costanza Capogrossi gibi arkadaşlarının tekrara dayandığını gördüğünde bunu kabul etmenin ne kadar zor olduğunu ısrarla tekrarlamış, sanatla uğraşmanın en önemli yanının, yeni deneylere girmekten çekinmemek ya da bir süre çalışmadan gözlem yapmak olduğunu belirtmişti. Semiramis’in büyük bir açık yüreklilikle dile getirdiği bu durum, II. Dünya Savaşı’nın ardından gündeme gelen soyut sanat eğilimlerinin ister geometrik isterse lekesel karakterli olsun, 1960’ların sonunda ne yorgunlaştığının, öncü dinamiklerini yitirdiğinin altını çiziyordu. Bu dönemin tanıklığını üstlenen bir çok sanatçı Nicolas de Staël başta olmak üzere, soyut çalıştıktan sonra yeni anlatım olanaklarını keşfetmek için figüratif denemelere girmekten çekinmemişlerdi. Semiramis akademik bir eğitim almadan kendi kararıyla şekillendirdiği sanat serüveninde moda olan eğilimlere eklenmeyi düşünmeyip tamamen içgüdüsel olarak hareket ettiği için, tanıklığını üstlendiği 1960 sonlarında derin bir sorgulama içine girmişti.
1970’lerin başında Semiramis’in arayışlarını birbirinden farklı eğilimle sürdürdüğü gözlemleniyor: Bir yanda büyük boyutlu soyut resimler, diğer tarafta neredeyse gerçekçi heykeller. Pek azı günümüze ulaşan soyut resimler, Capri’de üretildikleri için adeta bu etkileyici adanın iklimsel özelliklerini ortaya çıkaran tuvallerde “saf soyut” olarak tanımlanabilecek, tüm formlandırma çabalarından uzak, sadece renklerin etkilerini önplana çıkaran bir eğilim gözlemleniyor. Gerçekçi heykellerin temaları ise sanatçının hayatında önemli bir rol oynayan kediler, köpeklerdi. Birçoğu 1974’te Capri’deki Centro Caprense Foundation’da gösterilen bu çalışmaların fotoğraflarına bakarken Semiramis’e bunları nasıl yanyana üretilebildiğini bir türlü kavrayamadığımı söylediğimde. Her zamanki kibarlığıyla bunun sanat tarihçilerinin sorunu olabileceğini, kendisinin sadece içinden geldiği gibi çalıştığını söylemişti. Yavaşta olsa çalışmalarını sergilemek, göstermek konusunda hiç israrcı olmayan Semiramis’in bu rahatlığının arkasında ailesinden gelen köklü desteğin ne kadar önemli bir faktör olduğunu görüyordum. Beraber incelediğimiz kutular dolusu fotoğraflar Büyükada’dan Capri’ye uzanan sıradışı aristokratik hayatın lüksünü ortaya çıkarıyordu. Bu Semiramis’in babası armatör Muzaffer Emin Zorlu’nun ailesine İstanbul’da, Beyrut’ta, Paris’te sağladığı yaşamın izlerini taşıyordu. O yüzden 2 Nisan 1974’de babasının Hüsrev Gerede Caddesi üzerindeki Zorlu apartmanında beklenmedik şekilde vefat etmesi Semiramis’in hayatını köklü olarak etkilemişti.
Semiramis Zorlu, Afrodite, 1997, Bronz, Parco Augusto, Capri
Ailesine her zaman çok bağlı olan Semiramis, babasının vefatından sonra hemen İstanbul’a giderek annesiyle yakından ilgilendi. Ancak çözümlenmesi gereken hukuksal sorunlar nedeniyle iki yıldan fazla Türkiye’de kalması onu derinden etkiledi. Çalışamadığı için kendisini büyük bir kilitlenmenin içinde bulmuştu. 1976’da annesiyle beraber ailenin Paris’teki apartmanında yaşamaya başladığında içinde olduğu durumu çözebilmek için bir Japon hocadan Zen, meditasyon dersleri alarak Cats of Zen adını verdiği yeni bir heykel ve resim dizisine başladı. Annesinin İstanbul’a geri dönmesine rağmen Semiramis Paris ve Capri arasında yaşamaya atölyelerinde çalışmaya devam etti. 1980’de annesinin sağlık sorunlarının artması nedeniyle tekrar İstanbul’a gelen sanatçının yanında yeni hayat arkadaşı John Lee vardı. Ancak 12 Eylül darbesinin şekillendirdiği yeni döneme bir türlü ayak uyduramayan Semiramis, 1982’de annesinin vefatından sonra hayatının ikinci köklü alaborasını yaşadı. Miras sorunlarının çözülmesi 1986’yı buldu. Türkiye’de mecburi olarak geçirdiği sürede tarihi sit alanını gezerek resimler yapan sanatçı, mitolojik kahramanların izini sürüyordu. Bu resimlerini yurtdışına çıkaramadığı için imha etmek zorunda kaldı. Bir daha dönmemek üzere arkasındaki tüm gemileri yakarak İstanbul’dan ayrıldıktan sonra kendisini toparlayabilmesi için zamana ihtiyacı vardı.
Ancak 1995’de Projections of Mirages isimli yeni bir diziye başlama gücünü kendinde bulan Semiramis’in sembollerle dolu olan bu resimlerinin birkaçını görmem mümkün oldu. Bu tuvallerde adeta bambaşka bir sanatçı vardı. Düzenli olarak çalıştığımızdan ikimizde yorulmuş ama ortak bir projeye geçmenin ilk sürecini arkamızda bırakmıştık. Biraz ara vermemiz gerekiyordu. 7 Haziran 2005 sabahı Lugano tren garında güzel bir zarfı veda hediyesi olarak bana uzattığında bu anın onu son görüşüm olduğunu bilmiyordum. Zarfın içinden Semiramis’in 2002’de yazdığı bir şiiri çıkmıştı:
Time
Mysterious, immeasurable and mighty
Invisible to all
Seems so long and yet so shot
Time flies all the time and never stops
Its is the circle of our life
Where does it begin?
And when does it stop?
That we do not know
It is the breath of our life
I call it the Angels of Time
As it flies into eternity
Dropping memories here and there
Of sensations and feelings
We have had and remembered
A mosaic of images
Of the ones we have loved
And those despised
Call it the chain of our life
Gel zaman, git zaman, Semiramis için yazmayı düşündüğüm kapsamlı yazıyı kaleme almak beklediğim rüzgâr esmedi. Ne mektupla, ne de telefonla Semiramis’e bir daha ulaşamadım.
Comments