Cem Sonel’in Binary başlıklı kişisel sergisi Anna Laudel Düsseldorf’ta izleyiciyle buluştu. Sergi üzerinden sanatçıyla pratiğini ve serginin arka planını konuştuk
Röportaj: Necmi Sönmez
Cem Sonel Portre
Cem Sonel’in ismini ve çalışmalarını ilk kez İzmir Darağaç’taki deneysel projelerde duymuştum. Zaman içinde karşılaşma, tanışma imkanımız olmasa da, onun sokak sanatı üzerine düşündüğünü, farklı eylemler gerçekleştirdiğini takip ediyordum. Son olarak Anna Laudel Düsseldorf’ta açılan kişisel sergisi üzerine yazılı bir görüşme yapmaya karar verdik. Önümüzdeki Ankara yolculuğunda Cem’den duvarlarda, sokaklarda kalan işlerinin izlerini, varsa kalıtlarını, bana bizzat göstermesini isteyeceğim. Sonra belki Tunalı Hilmi’deki bir kahveye oturup birşeyler içer, konuşmaya bıraktığımız yerden devam ederiz, edeceğiz.
Biyografinde ilgimi çeken bir cümle var: “Çocuk yaşta başlayan sokak sanatı merakı”. Bu merak nasıl başladı? Çocukluğun ve ilk gençliğinde sanat yönelmeni sağlayan etkiler nelerdi? Nasıl bir sosyal çevre içindeydin?
Ben Ankara Ayrancı’da büyüdüm. O dönemler meclis parkında ciddi bir kentsel kültür vardı. Bir tarafta dönemin punkları, diğer tarafta benim de aralarında olduğum paten ve kaykaycı gençlik, diğer tarafta da Meclis ve bürokrasi aynı parseli paylaşıyorduk. Yani ergenlik çağımda ortamlara ilk “düştüğüm” yerdi meclis parkı. Serserilik çok modaydı o zamanlar ve biz de arkadaşlarla bulduğumuz markerlarla geceleri civardaki araçların plakalarını değiştirirdik. Örneğin, 06 SE 123 olan araç plakasının ortasına bir “V” harfi koyarak 06 SEV 123 yapardık. Elbette her zaman bu kadar pozitif anlam içermiyordu müdehaleler. Biz bunu o zaman serserilik olsun diye yapıyorduk. O yıllarda Türkiye’de sokak sanatı yok denilecek kadar azdı veya henüz ben karşılaşmamıştım. İlk kez 1997’de dönemin gençlik ve müzik dergisi Blue Jean’de sevgili Tunç (TURBO) Dindaş’ın Graffiti Türkiye adlı karşılıklı iki sayfası sayesinde karşılaştım graffitiyle. Ve o an, o dergide gördüğüm renkler, biçimler, karakterler ve bu işin sokakta özgürce yapılıyor olması beni hemen yakalamıştı. O günden sonra sırf o iki sayfa için her ay düzenli olarak dergiyi almaya başladım. İlk başta dergide gördüklerimi odamın duvarlarında taklit ediyordum, ancak bir süre sonra hem odamın duvarlarında yer kalmadı hem de artık evde graffiti yapmak beni tatmin etmiyordu. Ben de mahalledeki apartmanların arka duvarlarında pek kimsenin geçmediği yerlerde denemeler yapmaya başladım. O zamanlar halen bu eylemleri bir kentsel müdehale veya bir sanat söylemi olduğu bilinciyle yapmıyordum ancak sokakta var olabilmek, müdehale edebilmek her zaman ilgimi çekmişti. Sonrasında da ne kadar araya belli kısa aralıklar girmiş olsa da hayatımda hep sokak sanatı oldu.
Cem Sonel, Binary, Fotoğraf: Katja Illner, 2023, Anna Laudel Düsseldorf
Sokak Sanatı Kolektifi ile aldığın sanat eğitimi arasında bir bağlantı kurmak ilk bakışta mümkün gözükmüyor. Bu kolektifteki etkinlikler ve seni nasıl yönlendiği hakkında biraz detaylı bilgi vermen mümkün mü?
İşin aslı ilk ve orta okul boyunca “yaramazlıklarla” geçen eğitim hayatıma ailem “madem bu çocuk defterlerine ders notları yerine resimler çiziyor, evde boş duvar bırakmadı” gerekçesiyle beni meslek lisesi grafik bölümüne yönlendirdi. Sonrasında yine üniversitede de aynı bölümü okudum. Sokak sanatı kolektifinin (KÜF Project) kurulması da aslında üniversiteden mezun olduğumda çalışmaya başladığım tasarım ajansında Çağdaş Çıtır’la tanışmamızla tohumları ekilmiş oldu. O da benim gibi kentsel kültürden besleniyordu ve tam bir tribün çocuğuydu. Yanı çok iyi bir karışım kendiliğinden yakalanmıştı. Sonra hile hurda ve şaibe söylentileriyle gerçekleşen 2008 yerel seçimleri sonrası Ankara’da yine “çalıyor ama çalışıyor” görüşü galip gelmişti. Çocukluğumuzun o romantik ve entellektüel Ankara’sı yeniden kendini şehir merkezindeki körülü kavşaklara, renk değiştiren pavyonvari sokak aydınlatmalarına ve dev dinazor heykellerine bırakmıştı. Canlar çok sıkkındı. Ajansta çalışmak hiç içimizden gelmiyordu ve biz de hem kafa dağıtalım hem de içimizde birikenleri eyleme dönüştürelim amacıyla işi gücü bir kenara bırakıp hızlıca stencil kalıpları hazırladık. İş çıkışı Tunalı ve Ayrancı’nın pek çok noktasına bu hazırladığımız söylemleri etrafa uygulamıştık. O gün ikimiz de çocuklar gibi mutlu hissetmiştik ve en önemlisi nefes alabiliyorduk bu yolla. Ancak bir süre sonra basit eylemler bizi kesmedi ve etrafımızda her gün görüştüğümüz arkadaşlarımızı da dahil ettiğimiz organize anonim sokak eylemlerine dönüştü. Ancak ortam o zamanlar da gergindi ve biz de söylemlerimizin izleyiciye geçmesi için bilinçli olarak mizahı da işin içine ekliyorduk. O dönem her görüşten insanlar bizi oldukça benimsemişti. Ulusal medya Ana haberlerde sürekli bizden bahsediyordu. Biz ise anonim kalmak için çabalıyorduk, ama asıl amacımız insanların bizi kim olduğumuzdan ziyade ortaya koyduğumuz şeyle ilgilenmelerini istememizdi.
Cem Sonel, Binary, Fotoğraf: Katja Illner, 2023, Anna Laudel Düsseldorf
Önce grafik, daha sonra heykel alanında eğitimini Hacettepe Üniversitesi’nde devam ettirdin. Dijital tabanlı üretim süreçleriyle tanışman ve bunları çalışmalarına aktarman nasıl oldu?
2018 Yılında o dönem atölyemi taşıdığım İzmir Darağaç’ta Mahallenin sanat kölektifi ve Ankara’lı sanat kölektifi Pelesiyer ile birlikte Hayy Open Space’de ortak bir sergi gerçekleştirdik. Ben ilk defa o sergide daha öncesinde çok rahatsız olduğum LED tabelalarla çalışma fırsatı yakaladım. Malzemeyle çalışırken farkettim ki LED tabelalar manüplasyona oldukça açık ortamlar. Sergi sonrasında sokaktaki Led tabelaları hacklemeye başladım ve yeniden rahatsız olduğum bir konuda söz sahibi olabilmiştim. Bu noktadan itibaren, malzeme olarak LED panellerle çalışmaya başladım ve uzun bir süredir devam eden varoluş arayışımla bu malzeme birleşti. Konu, 1-0, olmak-olmamak gibi kavramlarla paralellik yakaladığı noktaya ulaştı. Günümüzde hala aynı konu üzerinden görsel araştırmalar yapmaya devam ediyorum.
2017’de atölyeni İzmir Darağaç’a taşıyarak burada kamusal alanda oldukça ilginç deneylerin sahnelendiği bir sürece girdiğini görüyoruz. Buradaki ilk tecrübelerin nasıldı? Daha önceleri bizzat uyguladığın sokak sanatı alanındaki işlerin İzmir’de belli bir değişiklik yaşadı mı? Sanıyorum Darağaç’ta birçok sanatçıyı derinden etkileyen bir dinamizm var. Bunun üzerinde etkili olduğu söylenilebilir mi?
Açıkcası, mahalleye taşınmadan önce Darağaç hakkında bir fikrim yoktu. Biz tamamen aynı hayali paylaşan insanlar olarak aynı noktada bir araya geldik. Mahalledeki ilk tecrübelerim sanki yıllardır hepimiz orada birlikte yaşıyormuş gibi hızlı bir kaynaşmayla gerçekleşti. Tam taşındığım sıra Darağaç 3 sergisi ön hazırlıkları vardı mahallede. Hatta atölyeyi ilk tuttuğum gün Fatih Altan ve Cenkhan Aksoy bir telaşla gelip benden ne zaman taşınacağımı sordular. Çünkü o alanda ikisi eserlerini sergileyecekti. Ben de sergi ne zaman biter o zaman eşyalarımı getiririm dedim ve öylelikle tanışmış olduk. Ben, kolektifin dışardan davet ettiği ve aynı zamanda mahallede yaşayan ilk sanatçıydım. Sanki biraz kendimi sergiye zorla davet ettirmişim gibi olmuştu.
Mahallenin sanatla giderek güçlenen bir bağı var. Örneğin, bir kaporta ustasının kendi kişisel sanat koleksiyonu olması dünyada pek rastlayabildiğimiz bir şey değildir. Dolayısıyla, mahallede çıkıp istediğiniz duvarı varsa sahibinden izin alarak yoksa da kafanıza göre boyayabiliyorsunuz. Ben de geldiğim ilk günden itibaren çıkıp her yeri boyamaya başladım. Zamanla mahalledeki duvarlar diğer sanatçılar tarafından da ilgi görmeye başladı. Biz de 2018 yılında Darağaç Volta adı altında mahalledeki ilk sokak sanatı etkinliğini gerçekleştirdik. Yerli ve yabancı toplam 13 sanatçıyı ağırladık. Ben de ilk yarı-dijital mural denememi bu etkinlikte gerçekleştirdim. Mahallede öyle rahat ve samimi bir atmosfer var ki, gelen her sanatçı orada yeni bir şeyler deniyor. Tabi bu da çok güzel bir titreşim yaratıyor. Bence mahalledeki dinamizmi sağlayan şey bu samimi ve biraz da ütopik yaşam tarzı. Gelen sanatçı mahalleye bir şey katıyor ve mutlaka mahalle de sanatçıya o sırada çoktan bir şeyler katmış oluyor. Karşılıklı alışveriş dengesi müthiş!
Code of Conquer serisindeki ilk eserlerimi Darağaç’taki atölyemde yaptım. Hatta ilk Led tabela hack denemelerimi de İzmir’de gerçekleştirdim. Yani sonuç olarak, mahallede geçirdiğim süre zarfında hem mahalle beni, hem de ben mahalleyi bir hayli değiştirdim diyebilirim.
Solda: Cem Sonel, Binary, Simetrik Olasılık, Lightbox, 2021, Anna Laudel Düsseldorf
Ortada: Cem Sonel, Binary, Breathe in. Breathe out, Led Panel, monitör üzeri altın boya, bilgisayar kodu, 2020, Anna Laudel Düsseldorf
Sağda: Cem Sonel, Binary, Simetrik Olasılık II, Lightbox, 2021, Anna Laudel Düsseldorf
Darağaç’tan sonra atölyeni 2020’de tekrar Ankara’ya taşıdın. Böyle bir kararı vermendeki etkiler nelerdi. Genelde Ankara’dan İstanbul’a, ya da yurtdışına göç olayı yaşanırken senin tekrar Ankara’ya geri dönme kararının arkasındaki düşüncelerin nelerdi?
2020 yılı, yoğun tempolu geçirdiğim 2019’un ardından hepimiz için ilginç deneyimlerin başladığı bir yıl oldu. Ben de bu sırada pandemi önlemleri nedeniyle Ankara’dan uzunca bir süre çıkamadım. Aslında birçok faktörün bir araya gelmesiyle hayat, bana "Ankara'da devam et" dedi ve ben de bu çağrıya kulak verdim. Hayatımı uzun bir süredir üretimlerim etrafında şekillendiriyorum ve kararlarımı bu perspektiften alıyorum. Yani, üretim konforunu en çok nerede buluyorsam hayat oraya doğru akıyor. O dönemde benim için İzmir fikri, daha yüksek bir üretim konforu anlamına geliyordu. İstanbul, her ne kadar olanakları geniş bir şehir olsa da benim gibi dağınık dikkate sahip biri için oldukça ambale edici bir şehir. Dolayısıyla benim için şimdilik orada bir üretim konforu söz konusu değil. Ankara’nın ritmi bana üretmek için vakit tanıyor. Ayrıca doğduğum büyüdüğüm şehirde üretmek ve üretim kanallarına ulaşmak da benim için hayli kolay. Özetlemek gerekirse, o anki şartlarda üretim için en konforlu olduğum yeri tercih ediyorum. Belki yarın dünyanın başka bir noktası, daha yüksek bir potansiyel sunar ve ben de orayı değerlendiririm.
Cem Sonel, Binary, Fotoğraf: Katja Illner, 2023, Anna Laudel Düsseldorf
İlk kez sadece dijital üretim teknikleri kullanarak ürettiğin çalışmaların nelerdi? Bu alanda kendi kendini mi yetiştirdin? Özellikle farklı bilgisayar kodlama sistemlerini öğrenip bunları çalışmalarına eklemen nasıl gelişti?
İlk kez babamın evimize Commodore 64 getirdiği zaman dijital dünyayla karşılaştım. O zamanlar ilkokuldaydım sanırım. Beraberinde gelen bir kitapçıkta ASCII karakterleri tablosu bulunuyordu. Ben de bu şekilleri kareli deftere yan yana getirerek resimler yapmaya başladım ve sonra bu resimleri komut satırında tablodaki command+ rakamsal karşılığıyla dijital olarak oluşturmaya çalışıyordum.Bu deneyimlerim, merak ve keşfetme güdümle erken yaşta dijital dünyaya adım atmamı sağladı. Halen çok iyi kod bildiğim söylenemez. Aslında, şimdiki bakış açımı korumak adına programlama dillerinden bilinçli bir şekilde uzak duruyorum. Fakat bir gün mutlaka bana yeni kapılar açacak onu da biliyorum. Ama şu an değil. Ben, yeni sistemleri tanımaya ve onları kendi yöntemlerimle manipüle etmeye odaklanıyorum. Malzemeyi veya ortamı zorlamak, benim için her zaman heyecan verici. Yeni bir sistem tanıyıp o sistemi kendi sınırlı olanaklarıyla zorlamak ortaya yeni şeyler çıkartmama vesile oluyor.
Günümüzde bilgiye ulaşmak çok kolaylaştı. Dolayısıyla, herkesin kendi kendini geçmişe göre daha çok yetiştirdiği bir dönemin içerisindeyiz. Ben de çağa adapte olma gayreti içerisindeyim. Güncelden besleniyorum. Günceli anlamaya ve anladığım kadarını da sanat yoluyla aktarmaya uğraşıyorum.
Geçen yıl Bir ve Sıfır İki Eder isimli Anna Laudel İstanbul’daki kişisel serginde artıl, gözden çıkarılmış olan dijital malzemeleri kullanarak giriştiğin deneylere bakıldığında, bunların tam anlamıyla dijital üretim olanakları ile korsan eylem geliştirme, bir tür kamusal performance, arasında konumlandığı görülüyor. Bu sergi kurgusunda seni en çok heyecanlandıran öğeler hakkında konuşalım mı?
Aslında hayattan aldığım her şeyi süzerek çıktılarımı şekillendiriyorum. Dijital ve sokak, her ne kadar birbirinin zıttı gibi görünse de hayatımın her zaman içinde yer alan kavramlar. Yani sokakta çöpün yanında atılmış ancak ekranı sağlam bir televizyon gördüğümde, bunu bir üretim malzemesine dönüştürme fikri benim hayatımın olağan işleyişinde gelişiyor. Yani her hali ile sokaklardan beslenen bir sanatçıyım. Tabi beslendiğim kadarını da geri verme gayretini de elimden geldiğince gösteriyorum. Sergi kurgusunda da beni en çok heyecanladıran sanırım içimdeki bu iki ayrı gibi görünen kişinin aslında iç içe birbirini var eden konumda olduğunu izleyici ile paylaşma fikriydi. Zıtlıkların birbirini değerli kıldığına inanıyorum. Bir ve Sıfır İki Eder başlığı da aslında tamamen buna işaret ediyor. Sergiye girdiğinizde sanki yeni medya işlerin gösterildiği bir yerde olduğunuzu düşünürken, bir anda alanın ortasında konumlanan daha renkli bir o kadar da diğer bölümle kontrast yaratan bir başka sergiye gelmiş gibi hissediyordunuz. Ancak daha dikkatli okunduğunda merkezde konumlanan renkli dünyanın periferisini beslediğini ve etrafta konumlanan işlerin de bu zıtlık kavramına odaklandığını farkediyordunuz. Merkez biraz daha psikolojik ve duygusal yönümü ortaya koyarken, çevresi daha analitik ve kavramsal ifademe alan sağlıyordu.Bu ikilem gibi görünen karşılıklı besleyiş halini paylaşmak, benim için oldukça heyecan verici bir deneyim oldu.
Binary isimli kişisel sergini Düsseldorf Anna Laudel’e taşırken Bir ve Sıfır İki Eder tecrübelerini nasıl geliştirdin? Bu sergiyle İstanbul’daki sunum arasındaki temel farklılıklar nelerdir?
Temel fark; Binary tamamen az önce bahsettiğim analitik ve kavramsal tarafın devamı niteliğinde bir sergi oldu. Sergi yalnızca Code of Conquer serisindeki çalışmalarımdan oluşuyor. İlk sergide söylediklerime açtığım bir parantez olarak görüyorum. 1’in ve 0’ın nasıl birbirini var edebildiklerini, olmak kadar olmamanın da değerli olduğunu, hatta birbirinden ayrı ele alınamayacağı gerçeğini izleyiciyle paylaşmak istedim. Bir de ikinci sergide, dijitalin günümüzde sokaktaki yerini ve gerilla dijital sokak hackleme kavramını ele alan bir belgesel hazırladım. Ardından izleyicilere interaktif bir hackleme deneyimi yaşatan Hack me baby one more time adını verdiğim etkileşimli bir yerleştirmeyle daha sürükleyici bir anlatım sundum.
Binary’de anonim gibi gözükse de her bireyin güncel yaşamında belirgin bir rol oynayan dijital kodların farklı bir auraya çekilerek, daha heykelsi bir estetikle ele alınması ön plana çıkıyor. Bu konuda ne düşünüyorsun?
Sanatın konsantre bir iletişim yolu olduğu görüşündeyim. Ben de bazı kavramlar üzerinde gezinirken oluşan çıkarımlarımı bu yolla anlatmayı tercih ediyorum. Her bir çalışmam aslında paylaşmak istediğim bilgi-duygular bütünü. Bunları ne yazarak ne de konuşarak tam manasıyla ifade edebilirim. “Kod” dediğimizde günümüzde çoğunlukla aklımıza bilgisayar kodları veya transistörler geliyor ancak kod, bir varoluş-iletişim bütünüdür. Yalnızca dijital ile ilişkilendirebileceğimizden çok daha derin anlamlar barındırıyor. Çalışmalarımı oluştururken, hem derinlikte hem de yüzeyde katmanlı yeni anlatımlar arayışındayım. Yani izleyici bir eseri izlerken paylaşmaya çalıştığım şey, aslında bir duygu, ancak içinde yeni kavram kıvılcımları barındıran bir duygu. İstiyorum ki izleyici o sıra benimle benzer paralellikte bir açıya yaklaşsın ve bu açı onun yeni şeyler düşünmesine vesile olsun. Yani hiç bir çalışmamda ortaya net bir cümle koyma arayışında değilim. Eğer öyle olsaydı bunu konuşarak ifade etmeyi tercih ederdim. Bir de tabi bu iletişim yöntemi, karşılıklı olarak sınırlayıcı olmaya devam ederdi.
Comments