Türkiye'deki yeni sinemacıların filmleri ve kişisel hikâyeleri odağında şekillenen röportaj serimiz Yeni Türkiye Sineması'ndan manzaralar, sinema dünyasındaki sanatsal, kültürel ve politik gelişmeleri kayıt altına almayı ve yeni sinemacıların sesini daha fazla duyurmayı amaçlıyor. Serinin sıradaki konuğu Merhaba Canım belgeselinin yönetmeni Ulaş Tosun
Röportaj: Çağnur Öztürk
Yönetmen Ulaş Tosun
Yönetmen Ulaş Tosun, Merhaba Canım belgeselinde şair Arkadaş Z. Özger’i, minimal bir sinema diliyle başarıyla anlatıyor. Belgeselin yapımında birçok zorlukla karşılaşan ve bu çalışmayı sansürün ve otosansürün tüm gücünün hissedildiği bir çalışma olarak değerlendiren Tosun şöyle diyor: “Merhaba Canım’ın yarattığı etki belki tasarlanmış estetiğin bir kere daha çöküşü olarak yorumlanabilir. Böyle bakınca 70’lerden günümüze ‘entelektüel’ dünyamızda ortak yönler görebiliyorum.”
Arkadaş Z. Özger ile ilk karşılaşmanız nasıl olmuştu ve belgesel olmasına nasıl karar verdiniz?
80’li yıllara denk gelen çocukluğumda Arkadaş’ın, üzerinde vesikalık fotoğrafının olduğu kırmızı Sevdadır kitabı bizim evde de vardı. Kitabı açıp okumuyordum ama belki üstündeki resimden, belki Arkadaş isminden, aklımda hep kalmış. Abimler İstanbul Üniversitesi’nde öğrenciydi, birinin bir öğrenci eyleminde gözaltına alındığı haberi geldi. Bizim evde Arkadaş'ınki de dahil çeşitli kitaplar, Ruhi Su’nun, Zülfü Livaneli’nin kasetleri sobada yakıldı. Benzer şeyler nedeniyle işkence gören akrabalarımız vardı. Arkadaş Z. Özger ile ilgili hatırladığım en eski hatıram bu. Sonra 90’lı yıllarda ben de İstanbul Üniversitesi’ne girdim. Arkadaş’ın çocukluğumdan hatırladığım kitabının kapağı gibi afişler hiç eksik olmuyordu okulun duvarlarından. Öldürülen gençler, üniversiteliler, 68’li kahramanlar, hepsi aynı kırmızı fonun üzerindeydi. Kırmızı fonlara her yeni vesikalık resim eklendiğinde Arkadaş’ın dizeleri bağırılırdı:
"...şimdi dingin gövdende uğultuyla büyüyen sessizlik bir gün benim elimde patlamaya sabırsız mavzer olsun başını omzuma yasla göğsümde taşıyayım seni gövdem gövdene can olsun..."
Üniversite bitince hatıra olarak kitaplar almıştım TÜYAP’tan, aralarında Sevdadır da vardı. Kitapta ilk olarak o bildiğim şiirini aradım, bulamadım. Çünkü şiirin adı özgün müzik besteleyenlerin taktığı isimlerden hiçbiri değilmiş. Ne Alnında Dağ Ateşi ne İsyan Olsun. Şiirin adı Aşkla, Sana'ymış. Biraz düşündürücü gelmişti bu bana. Ardından Merhaba Canım şiirine rastlayınca, tanıdığımı düşündüğüm kişinin varolan kişiyle çok farklı olduğunu gördüm.
Yavaş yavaş onunla ilgili araştırma yapmaya başladım. Hemen her edebiyat dergisinin en az bir Arkadaş Z. Özger sayısı olmasına rağmen orada anlatılanlar en fazla özgün müzik bestelerinden tanıyabileceğiniz kişiyi anlatıyordu. Biraz mantık zorlayan resmi ölüm hikâyesi ve Ferhat, Adak gibi şiirlerin şairi Arkadaş’ı anlatıyorlardı. Ben Merhaba Canım başta olmak üzere birçok şiiri yazan kişiyle tanışmak istedim. Bu konuda bir kaynak olmadığı için kendim görüşmeler yapmaya başladım.
Arkadaş Z. Özger
Belgeselin sakin ve minimal bir dili var, bu dili oluştururken nelere dikkat ettiniz?
Merhaba Canım esas olarak röportajlar ve şiirlerden oluşmakta. Söz konusu anlatılar 50 yıl öncesinden gelen hatırlamalar ve hatırlanmak-söylenmek istenmeyenlerden oluştuğu için saatlerce süren söyleşilerden çok kısa malzemeler çıkmaktaydı. Belgeselin dilini biraz eldeki malzeme biraz da kurgucunun mahareti belirledi. Kurguyu birlikte yaptığımız Burak Dal devreye girmeden önce yardımcı yönetmenim Kaan Karataş ile oluşturduğumuz bir kaba kurgu vardı. Kurgucu arayışını bu kaba taslak üzerinden yaptık, ilgilenen kişilere ya bizim kotarabildiğimiz kaba kurguyu işlemelerini ya da aynı malzemeyle farklı bir film yaratmalarını istedik. Burak ile çalışmaya başlayınca en uygun yapının bu olduğunu düşündük ve ona teslim ettik. Bu yapıyı oluştururken kendi içinde oldukça sert tartışmalar barındıran, birçok tabu etrafında dolanan, en başta ben olmak üzere birçok ismi linç ettirebilecek bu hikâyeyi olabildiğince yalın ve kendi gerçekliğiyle akıtmaya çalıştık.
Arşivlere ulaşmada neler yaşadınız? Zorluklarla karşılaştınız mı? Arşiv taraması esnasında sizi en çok etkileyen ne oldu?
Merhaba Canım görece olarak zengin arşive sahip bir belgesel olarak anılmakta. Bu görüntülere ulaşmak için çaba harcamamız gerekti. Başta merhum Hasan Saltık olmak üzere birçok isimden destek aldık. Dünya 68’inden ve buluntu görüntüler de kullandık. Türkiye’de arşivler sadece büyük eylemlere ait yabancı ajansların kaydettiği videolardan ibaret. Aynı zamanda kültürel anlamda özgün hareketlenmelerin yaşandığı, her devrim girişimi gibi toplum mühendisliği de barındıran o döneme ait malzemeler ya cunta tarafından ya da cunta korkusuyla sanırım benim çocukluğumdaki Arkadaş’ın kitabı ile aynı sonu paylaşmışlar. Belgeselde de Halit Özboyacı kitap, dergi, fotoğraf, mektup vb’yi Arkadaş’ın kimliğinden bağımsız cunta korkusuyla yok ettiklerini anlatıyor. Bence bu gerçeğin bir kısmıyla örtüşüyor fakat özne Arkadaş gibi aykırı bir portre olunca bu imha çok daha geniş bir çerçeveye yayılmış diyebilirim.
“Merhaba Canım benim için sansürün ve oto sansürün tüm gücünü hissettiğim bir çalışma oldu.”
Belgeseli kurgularken sansür (ya da otosansür) mekanizmalarına takıldığınız oldu mu? Bir belgeselci olarak ne kadar özgür hissettiniz kendinizi?
Merhaba Canım benim için sansürün ve otosansürün tüm gücünü hissettiğim bir çalışma oldu. Belgesel gösterime girmeden önce fikirlerine önem verdiğim çeşitli isimlere gösterimler yaptım ancak anlatıcılara ön gösterim yapmamayı tercih ettim. Diğer taraftan Arkadaş'la ilgili bir çalışma yaptığımızı duyan ve onu tanıyan herkesin ilk sorduğu soru “Cinsel hayatıyla ilgilenecek misiniz?” oluyordu. Edebiyatının ve hayatının her zerresine işlemiş ötekileştirilmeyi anlamak istediğimizi ve bunun bir yatak odası hikâyesi şeklinde görülmeyeceğini anlatmamız gerekti. Bu anlatı bazı durumlarda hakaret ve tehditlerle karşılandı. Aklı sıra belgeseli durdurmaya çalışan birkaç isim de oldu. Bunların korkusuyla bizle görüşmekten vazgeçenler de oldu. Yine de günümüze ulaşmayı başarmış şiirleri ile bize yol gösteren kendini tüm açıklığıyla ifade eden bir şair ve bize destek olan anlatıcılar vardı. Bunlardan ilham alarak yol almaya çalıştık.
Arkadaş Z. Özger
Arkadaş Z. Özger eşcinselliğin net bir tabu olduğu bir dönemde Sakalsız bir Oğlanın Tragedyası'nı yazmış ve poetik bir hassasiyetle cinsel özgürlük talebinde bulunmuştu. Belgeselde konuştuğunuz çoğu kişi de kendilerinin o dönemde bu cinsel özgürlük talebini açıkça konuşmadıklarını söylüyorlar. Sizce bu belgesel bir yüzleşmeye yol açmış mıdır ya da açabilir mi? Bilhassa da solun kendi içinde bir yüzleşme?
Eşcinselliğin net bir tabu oluşunu Arkadaş’ın üniversite yıllarına denk gelen 68 kuşağı ile sınırlamak doğru gelmiyor. Bu tabu, Arkadaş hayatını kaybettikten sonra etkisini daha fazla göstermekte. Bu nedenledir ki mektupları, şiirleri ve yazıları imha edilmiş, ölümünün ardından basılan kitabına istediği isim verilmemiş, sansürle yoğrulmuş bir anlatı vb yıllarca tekrarlanmış. Belgeselde konuşan kişilerin katkıları bazen konuşamadıklarıyla oldu, diğer taraftan bir insanın heteroseksüel olmayışı bunu herkesle paylaşması zorunluluğunu da doğurmayabilir. Burada aklımda kalan Arkadaş’ın yalnızlığı oldu. Bence bu tavırlar onun yalnızlığını çok iddialı tasvirlerden daha fazla bugüne ulaştırmakta. Belgesel’in fragmanı yayınlandıktan sonra 68 kuşağı liderlerinden Yaşar Ayaşlı, sendika.org adresinde bir yazı kaleme aldı. Bu yazıyla ortak ana fikre sahip bildirimler de aldım, çok cılız kalan “devrimci şairin magazinleştirilmesi” ya da tıpkı 50 yıl önce şair Merhaba Canım’ı yazdığı zaman “şimdi sırası mı bunun?” eleştirilerini 50 yıl sonra belgesel için yapan, belirli zümrelerce entelektüel, devrimci vb olarak bilinen isimlerin tepkileri oldu. Fakat bu taraf tahminimden çok daha az görünür oldu zira Arkadaş’ı tanımaktan mutlu olan on binlerce kişinin ilgisi ile karşılandık.
Daha önce Afganistanbul diye bir belgesel yapmıştınız. Orada da mevzu toplumun ötekileri ve ‘görünmeyenler’di. Belgeselci olarak görünmeyeni görünür kılmak gibi bir niyetiniz var mıdır? Belgeseli böyle bir alternatif-anlatı aracı olarak görüyor musunuz? Ve bir de antoropoloji eğitimi almış olmanızın belgeselciliğinize katkıları oluyor mu?
Lisans ve sonrasında süren antropoloji ilgim şüphesiz bana çok şey kattı. Diğer taraftan uzun yıllar gazetecilik yapmamın da konu seçiminde ve ele alış biçimimde etkili olduğunu düşünüyorum. Belgesel, fotoğraf ya da haber benim için biraz biçimle sınırlı gidiyor sanırım. Yani Merhaba Canım ve Afganistanbul memleketimizde birtakım çevrelerce öcüleştirilmiş ve “konuşan kafalar” olarak kodlanan türde yapımlar. Az çok belgesel çevrelerini bilen bir yönetmenin önceliği “belgeselcilik” ise bu konulara yönelmesi çok mantıklı olmazdı. Beni harekete geçiren ihtiyaçtan ve içerikten uzaklaşarak nesneleştirilen belgeseli “geliştirmek” ya da fotoğrafı “geliştirmek” arzusu olamıyor. Bu tip “mesleki” gruplarla anılma isteği taşıdığımı da söyleyemem. Diğer taraftan bir daldaki gelişmeleri takip etmek vb de sırt dönülecek şeyler değil ama tasarlanmış estetik ve beğeni öngörülerinin daima işe yarayacağını düşünmüyorum. Merhaba Canım’ın yarattığı etki belki tasarlanmış estetiğin bir kere daha çöküşü olarak yorumlanabilir. Böyle bakınca 70’lerden günümüze “entelektüel” dünyamızda ortak yönler görebiliyorum.
“Tüm bunları, şairin başarısı olarak görüyoruz. Onu tanıdığımıza çok memnun olduk.”
MUBI dünya kullanıcıları tarafından derecelendiren The Top 50 Films of 2021’de ilk sırada yer almak neler hissettirdi? Hem Türkiye hem yurtdışı izleyicisinden nasıl tepkiler alıyorsunuz?
Yukarıda bahsettiğim “Arkadaş’ı anlatırken cinsel yönelimine değinecek misiniz?” görüşü bende bir süre sonra projeyi koruma amaçlı biraz daha sessiz hareket etme tavrı oluşturmuştu. Bu hikâye 50 yıldır sansürleniyor ve bunun hem kollektif hem bireysel özneleri var. Bunun bizi de durdurmasına engel olmaya çalışıyordum. Bir süre sonra post-prodüksiyon süreci başladığında elimizdeki maddi olanaklarla tamamlayamayacağımız anlaşıldı. Önce Arkadaş Z. Özger’in kız kardeşinin bize verdiği ve ilk defa görünecek olan fotoğrafıyla yaptığımız afişi, ardından fongogo kampanyası ile birlikte tanıtımı paylaştık. Bu tarihten sonra durum bizim lehimize gelişmeye başladı. Onu tanımak isteyen okurları, edebiyat severler, yakına tarihe ilgi duyanlar… heyecanla bize destek olmaya başladılar. Tüm post prodüksiyon masraflarını yukarıda bahsettiğim insanların destekleriyle karşıladık. Bu biyografinin görünmezliğini sürdürmek isteyenlerin karşısında bizim yanımızda binlerce insan yer aldı. Belgesel ilk olarak İstanbul Film Festivali’nde gösterime girdi. Pandemi nedeniyle çevrimiçi olan gösterimler başlayınca gelen mesajlar nedeniyle günlerce sosyal medya başından ayrılamadık. Ardından çeşitli gruplar ve festivaller gösterim yapmak için bize ulaştılar. Boğaziçi Üniversitesi’nden bir öğrenci kulübü, Adana Kuir Topluluğu, Mülkiyeliler Birliği gibi oluşumlar özel gösterimler yaptı. Bu aşamada sorun yaşadığımız bir festival oldu ve bir eylem olarak filmi 24 saatliğine çevrimiçi gösterime açtık. Tüm bunlar olurken MUBI’den bize ulaştılar ve oradaki gösterimler başladı. Kendi deneyimimle günümüzde çevrimiçi platformların geniş kitlelere ulaşmadaki önemini anladım diyebilirim. MUBI gösterimleriyle ulaştığımız insan sayısını on binlerle ifade edebilirim. The Top 50 Films of 2021’de ilk sıraya taşınmamız biraz inanılmaz bir sürpriz oldu. Tüm bunları, şairin başarısı olarak görüyoruz. Onu tanıdığımıza çok memnun olduk.
Merhaba Canım belgesel-film afişi
Türkiye’de belgesel yapmak da kurmaca yapmak kadar zor. Belgeselcilerin yaşadıklarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Siz Merhaba Canım’ı yaparken başka nelerle karşılaştınız? Fon, destek vb. için nerelere başvurdunuz ve nasıl karşılandınız?
Fon konusunda şunu ekleyebilirim, içerisinde 68 kuşağı yer alan bir belgesele resmi kurumlardan destek almak pek mümkün değil. Çok az sayıdaki “bağımsız” fonları hedefleyerek hareket etsek muhtemelen halen aynı uğraş içinde olurduk. “Bağımsız” fonların projeyi nasıl karşıladıklarını da genelde çok meşgul olduklarından öğrenemiyorsunuz. Başvurunuza olumlu-olumsuz bir yanıt gelmeme ihtimali çok yüksek. Türkiye’de sadece kendinize güvenerek iş yapmak daha sağlıklı geliyor, süreç işlerken en azından umut veren destekçiler çıkabiliyor, diğer türlüsü çok büyük zaman kaybı olabiliyor.
Peki, bundan sonra nasıl bir projeniz var? Yine bir "portre" çekmek gibi bir niyetiniz var mı? Türkiye bir kayıp portreler ülkesi nihayetinde.
İlgilendiğim portreler var. Portre anlatısı oluşturmak böyle bir şey sanırım. Artık tamam bunu yapıyorum dediğinizde dahi birçok nedenle yarım kalabiliyor. Bunu yakın zamanda bir kere yaşadım. Portre yaparken yönetmen kadar söz sahibi bir başka kişi, yakınları bazen de bir toplum olabiliyor. Şu an ilgilendiğim portrelerden hangisi belgesel olarak tamamlanacak inanın bilmiyorum.
Comments