top of page
Hüseyin Gökçe

Yeryüzü korkunç bir kadastro


Olay Mahalli sergisi, 19 Şubat 2022 tarihine kadar ADAS’ta devam ediyor. Serginin küratörü Ahmet Ergenç ile sergiyle birlikte işlerini izleyiciyle buluşturan Murat Germen, Mehmet Ali Boran ve işlere ses tasarımıyla eşlik eden Begüm Çalımlı’ya merak ettiklerimizi sorduk


Röportaj: Hüseyin Gökçe


Murat Germen & Ahmet Ergenç & Mehmet Ali Boran & Begüm Çalımlı


Ahmet Ergenç’in küratörlüğünde adas-ist’te (Architecture Design Art Space) açılan Begüm Çalımlı, Mehmet Ali Boran, Murat Germen’in eserlerinden oluşan Olay Mahalli, suç hatları üzerinden kente, belleğe, hafızaya, antik yerlerin turizmle olan ilişkisine, hayvana, yeni güvenlik aygıtlarına ve panoptikonun güncel formatlarına bakarak neredeyse her yerin bir olay mahalli olduğunun altını çizmesiyle dikkate değer bir sergi. Devlet ve sermayenin neden olduğu “suç hatları”nın ötekinin var kalma koşullarını giderek zorlaştırdığını net bir şekilde vurgulayan sergi üzerinden, serginin küratörü Ahmet Ergenç ile sergiyle birlikte işlerini izleyiciyle buluşturan Murat Germen, Mehmet Ali Boran ve işlere ses tasarımıyla eşlik eden Begüm Çalımlı’ya merak ettiklerimizi sorduk.


Küratörlü bir sergi, özellikle belli bir kavramdan yola çıkılarak yapılıyorsa, bağlamın en hassas noktalardan birini oluşturduğu ifade edilebilir. Bağlama kuvvetli bir şekilde bağlanacak işler seçilemiyorsa serginin omurgası iyi durmuyor. Sergi sürecinden ve bir küratör olarak eserlere yaklaşma biçiminden bahsedebilir misin?


Ahmet Ergenç: Aslında bu “sonradan” küratörlü olan bir sergiydi, adım adım yolda şekillendi. Murat Germen ve Mehmet Ali Boran şehir ve suç temalı bir sergi yapmayı uzun süredir düşünüyorlarmış, ben sonradan dâhil oldum. Yani “fikir” benden çıkmadı ama beni cezbeden şey, Germen ve Boran’ın bu mevzuyu iki hattan kat etmeleriydi. Germen daha çok sermayenin şehirdeki suçlarının izlerini toplarken, Boran iktidar ve çeşitli kontrol mekanizmalarının coğrafya ve insanların kafaları (bilinç, bilinçaltı ve bilinçdışı, hepsi birden) üzerindeki etkilerini kaydediyordu. Ve bu iki hat birleşince “sermaye iktidar el ele” bir suç ortaklığının manzarası çıkmış oldu. Bu manzara benim aklımda hep ses ve gürültüyle alakalıydı bir yandan. Sermayenin gürültüsü, devletin gürültüsü. Bu nedenle Begüm Çalımlı’yı da iki işe ses tasarımı yapması için davet ettik. Böylece görsel olanla, işitsel etki birleşti. Suç unsurlarının ve gündelik şiddetin işitsel kaydı. Şehri bir “olay mahalli” olarak gören bu işlerin, işitsel bir şiddet ve uğultuyla da birleşmesi gerekiyordu. Böylece görsel olarak hissedilen şey, bir “irkilme” olarak işitsel olarak da hissedilir hale geldi. Bir deneyimsel etkiydi bu, umarım böyle bir “deneyimi” yaratmayı da başarmıştır bu üçlü birleşim. Bir de devamına dair bir haber vereyim: Önümüzdeki yıl bu serginin bir versiyonunu Mardin’de ve sonra da başka bir şehirde yapmayı düşünüyoruz. Farklı şehirlerde ve ülkelerde cereyan eden neredeyse uluslararası bir durumla karşı karşıyayız. Bu sergi dizisi aracılığıyla şehir suçlarına dair uluslararası bir ağ ya da mücadelenin oluşumuna katkıda bulunabilirsek, ne mutlu bize.

Mehmet Ali Boran, Lütfen Dikkat, Hazır Nesne, C-Print, 40x65 cm x 2, 2019


Sergi açıldığı gün, sergi hakkındaki izlenimlerim şu şekilde olmuştu: Neredeyse her yer bir olay mahalli. Ezilenler açısından olay olmayan bir olay hali diyelim. Zira onlar için hayat “mümkün olanın ihtimali” değiştirmeyecek bir olaylar silsilesi şeklinde tezahür ediyor. Hemen burada anmak istediğim bir yazar ve iki kitabı var. Latife Tekin’in ilk iki kitabından bahsediyorum. Sevgili Arsız Ölüm ve Berci Kristin Çöp Masalları. Dil ve kurgu sürekli bir olay örgüsünde işliyor fakat tüm çabalara ve çırpınmalara rağmen bir karşılığı olmayan olaylar. Bu duruma ezilenlerin geleneği diyebiliriz. Bütün bu çırpınışlar günü kurtarmak, hayatta kalmak ve ona tutunmak için olduğunu söyleyebiliriz. Karşı yaka muktedir olduğu için, ve sermaye neden olduğu her yeri bir olay mahalline dönüştürdüğü için onların yapıp etmeleri karşılıksız kalıyor. Üretim ve sınıf ilişkilerinin “olay” ve sergi bağlamında yansımalarını merak ediyorum.


Ahmet Ergenç: Latife Tekin edebiyatından bu bağlamda bahsetmen çok yerinde oldu zira Latife Tekin, yazının ve dilin “sınıfsal” niteliğinin en çok farkında olan yazarlardan biridir. Yoksulların dilinin “olmadığını” söyler, onların dili bir mırıltı gibidir, derme çatmadır. Tekin de yazıyı “burjuvalardan” çalıp, yoksulların hizmetine sunduğunu söyler açıkça. Bilhassa da Berci Kristin Çöp Masalları yoksulların yazıyla kurduğu “derme çatma” ilişki üzerine kuruludur. İşçilerin kurduğu gecekondu mahallelerini anlatacaktır Latife Tekin ve bunun için şöyle bir şey demiştir: “Gecekondular evi sayıklayan yapılardı. Benim romanım romanı sayıklayan bir roman olacaktı.” Şehri yoksulların ve işçilerin, aslında çağdaş terimle “prekarya”nın gözünden anlatan Tekin, böylece dili de prekaryalaştırır. Bunu son romanı Manves City’de de yapmıştı. Bu sergide de prekaryalaşan hayatların izleri var. İşlerin gösterdiği şiddet biçimlerine en çok maruz kalanlar tabii ki “yoksullar” hem ekonomik, hem de politik anlamda “yoksul” ya da “yoksun” olanlar. Ama burada bir dramatizasyon ya da mağduriyet tonu olduğu da düşünülmesin. Serginin daha çok görenleri “harekete” geçirecek bir görsel-işitsel politikaya yaslandığını söyleyebilirim.


Murat Germen: İnsan çok zalim bir varlık. Eline para ve güç geçti mi anında ötekini ezmeye, sömürmeye, manipüle etmeye başlıyor. İnsanın bu hallerinden hiçbir etnisite, ideoloji, kültür, halk, devlet, ülke muaf değil. Şimdiye kadarki yaşamımda beni en çok rahatsız eden konulardan biri, insanın her daim mevcut konumunu, yaşam biçimini, politik görüşünü, ait olduğu çeşitli grupları bir makam ve tahakküm aracı olarak kullanması oldu. Azınlık ve mağdur konumunda olanların bile, haklı sayılabilecek bir mücadele sonrasında gücü ellerine geçirdiklerinde, mağrur ve bağımsız azınlıklar olarak kalmayı tercih etmek yerine, ellerindeki güçle yetinmeyip çoğunluk olmayı arzuladıklarını gördüm sıklıkla; insanların sistemleri yıkmak istemelerinin tek nedeninin kendi sistemlerini inşa etmek olduğunu gördüm hayal kırıklığı ile.


Dolayısıyla benim eleştirilerim hiçbir zaman belli bir halka, devlete, kültüre yönelik değildir; bizzat insana ve kurduğu sistemleredir. Bence suçu işleyen insandır, halklar ya da ideolojiler değil. Çıkar, kariyer, ticaret, erk, eğitim, rekabet, manipülasyon vb. gibi evrenin diğer canlıları olan fauna ve floranın varoluş nedenleri kapsamında olmayan kavramlar var oldukça insan bu suçları işlemeye devam edecektir. Eleştiriyi yapan bizler de bazen bilerek, bazen de bilmeyerek işlenen suçların parçası oluyoruz çünkü hepimizin bazı var olma stratejileri var ve bu stratejiler kapsamında çeşitli hesaplar yapıyoruz ve hiçbirimiz masum değiliz.


Son zamanlarda sanat, felsefe, bilim gibi alanlardaki çıktılara baktığımda, dünyaya egemen (daha eskilerde kapitalist şimdilerde ise daha çok neo-liberal olarak anılan) birkaç sermayedarın tasarladığı yapıyı meşrulaştıran bir üretim görüyorum. İzleyicisinden gittikçe uzaklaşan dışlayıcı ve seçkinci bir sanat pratiğine, aslen karmaşık olanı basite indirgeyerek herkesin erişimine ve algısına açık tutmak varken, aksine basit olanı anlaşılmaz hale getirmeyi tercih ederek kendini aristokrat konuma getiren felsefe pratiğine, sağlığımıza zararlı ürünlere, parası ödendiği için sağlıklı onayı veren bilim pratiğine artık hiç güvenmiyorum. Marjda durması gereken ve güvencesiz insanı, prekaryayı gözetmesi gereken bu müstesna alanların sermaye tarafından satın alındığını düşünüyorum. Bu yüzden de ürettikleri söylemlere, bazı istisnalar dışında, çoğunlukla kulaklarımı tıkamayı ya da gözlerimi kapamayı tercih ediyorum.


Murat Germen, Panoptikon’a Zoom’la #1 - 20, Murat Germen & Haluk Diriker iş birliğiyle, C-Print, 63 x 36,75 cm, 2021


Bu serginin en önemli vurgusu sermaye ve devletin neden olduğu “suç hatları.” Hatta bu konuda listenin oldukça kabarık olduğu söylenebilir. Sergide şehir hatları vapurundan bir yolculuğa çıkmıyoruz. Fakat öyle bir yolculuğa çıkıp başımızı nereye çevirsek bir suç hattından bahsedebiliriz. Müsilajlar, Galataport, Levent hattı boyunca yükselen gökdelenler gibi yüzlerce yıkım var. Murat Germen’in fotoğraflarıyla bu suçun çetelesini estetik ve politik bir müdahaleyle tuttuğu söylenebilir mi?


Ahmet Ergenç: Ben kısaca bir cevap verip, sözü Germen’e bırakayım: Germen’in burada sergilenen fotoğrafları forensic photography’ye, yani, “olay mahalli” fotoğrafçılığına yakın duruyor. Bir arşiv çabası bu aynı zamanda, delil toplamak da diyebilirsiniz.

Murat Germen: Bir ülkenin en önemli varlıklarından bir tanesi kültürel mirası. Dünya üzerindeki diğer devletlere göre daha güçlü duran devletlere baktığınızda kültürel mirasları üzerine titrediklerini ve bu sayede bu mirası çok iyi koruduklarını görürsünüz. İngilizce legacy diye bir kavram var, bunun Türkçeye tam çevirisi yok. Miras kelimesi bu kavramı tam açıklamıyor, belki “sürdürülebilir miras” diye çevirebiliriz. Türkiye’de sadece bir nesillik ömrü olan bir miras anlayışı vardır, bazen bunu bile bulamazsınız çünkü her gelen iktidar bir öncekinin yaptıklarını yıkar ve yerine kendi erk abidelerini diker! Ne yazık ki daha önce yapılanların üzerine eklemeyi tercih edecek kadar özgüvenli, kapsayıcı bir toplumsal ve siyasi yapımız yok… Hal böyle olunca legacy’den bahsetmek imkânsız oluyor; halbuki bu kavramı kültürünün vazgeçilmez bir parçası haline getirmeyi başaran ulusların, konumlarını küresel arenada olabildiğince sarsılmaz bir hale getirebildiklerini gözlemlemek olası. Çünkü bu ulusları oluşturan farklı halkların miras olarak neleri sahiplenmeleri gerektiği konusunda üç aşağı beş yukarı bir mutabakat söz konusu. Bizde ise asgari müştereklerdeki fikir birliğinin oluşmadığını ve bu yüzden her iktidara gelenin daha öncekinin icraatlarını yok etmeye çalıştığını söylemek olası; bu da salt kişisel çıkarların öne çıkmasından dolayı kültürel mirasımızı bizzat kendi ellerimizle yok etmeye eğilimli olduğumuzu gösteriyor ne yazık ki. Emanetlerimiz bizi biz yapan şeylerdir, vazgeçilmez olmaları gerekir. Vazgeçer ve onlara ihanet ederseniz suç işlemiş olursunuz; ben de, sen de, biz de, siz de, iktidar da, sermaye de! Bu işlenen suçlar herkesi bağlar, “benden sonra tufan” diyemezsiniz!


Yapmaya çalıştığım şeyin, kültüre ihanetlerin ve dolayısıyla kent suçlarının olay yeri inceleme delillerini toplamak olduğu söylenebilir. Elinizde delil yoksa suçu ispat edemezsiniz, elinizde arşiviniz yoksa neyi sahiplenmeniz gerektiğini ve sahiplendiğiniz şeyin nasıl sürdürülebilir hale getirileceğini bilemezsiniz!


Begüm Çalımlı: Ben tam da bu noktada, Murat’ın değindiği kültür ihanetlerinin ve kent suçlarının olay yeri inceleme delillerini toplamaya ve anları işaretlemeye dair, belge niteliğindeki arşiv oluşturma söyleminin, iş birliği içerisinde olmaya karar verdiğimiz andan itibaren benim için ne kadar önemli bir rol oynadığından bahsetmek isterim.

Kesintisiz sürekliliğinde akan gündelik yaşamın seslerini incelediğim, kentsel mekânlara ait sessiz fotoğrafik görüntülerin arka plan gürültüsünü görünür, söylenemeyenleri söylenebilir kılma çabası içerisinde, uzun süredir otobiyografik ses haritaları üzerinde çalışıyorum. Ahmet ile de, sergiye dair gerçekleştirdiğimiz ilk görüşmemizden sonra, şehirler hakkında gördüklerimin ve işittiklerimin dökümünü yapabilmek ve bir tanımını oluşturabilmek için, şehir formunun müzik niteliği taşıyan duyuşsal imgelenebilirliliği aslında çalışmamın merkez odağını oluşturdu.


Müzik niteliği taşıyan imgeleri de, Murat’ın Dokunma! adlı serisinde gördüğüm sembolik araçlar ve insanları kentin işitsel bir deneyimine doğru yönlendirme amacım arasında, ikili ilişki alanı kurarak ortaya çıkardım. Dolayısıyla fotoğraflar üzerinde öncelikle bir karakterizasyon çalışması yapmış oldum. Elimde otoparklardan evlere, marketlerden müzelere, yayalardan balıkçı teknelerine, uyarıcı niteliğindeki acil durum seslerinden inşaat seslerine ve bazı okyanus şehirleri de dâhil gökyüzünün kendisine kadar, işitsel hareketlerin izini sürdüğüm, ritim ve titreşimlere ilişkin ses haritalarım olmasaydı, bu ilişkileri kurabilmem pek mümkün olmazdı.

Murat Germen, Panoptikon’a Zoom’la, Lazer kesim maket, 2021, Konsept: Murat Germen, Üretim: Zafer Çömlekçi - Sabancı Üniversitesi Maker Space


Begüm Çalımlı sesin ontolojik öneminden çok politik yönüne işaret ediyor. Germen’in ve Çalımlı’nın çalışmalarını bir arada düşündüğümde Nermin Saybaşılı’nın şu saptaması aklıma geliyor.1970’lerin Kavramsal Sanatı’ndan itibaren hiçbir sanatsal pratiğini hayattan ayırmanın mümkün olmadığını söyler. Ve ekler, “imgeden sesi koparmak da mümkün değildir” der. (Mıknatıs – Ses Metis Yayınları) Bu sergideki işlerde hiçbir şekilde koparılmayacağını bir kez daha idrak ediyoruz. Bu koparılmama durumunun kente, mimariye, hafızaya ve birçok şeye verdiği zararlar hakkında neler söylemek istersiniz?


Murat Germen: Ben burada diğer sorulardaki kadar uzun uzun ahkam kesmek istemem ve görece kısa bir saptama sonrasında sözü Begüm’e bırakmak isterim. Bizim Mehmet Ali ile ilk yola çıktığımızda çeşitli e-posta mesajları ile tanımladığımız içeriğe Ahmet’in en büyük katkısı Begüm’ü devreye sokması oldu, bu konuda kendisine müteşekkirim. Nermin Saybaşılı’nın “imgeden sesi koparmak mümkün değildir” saptaması gerçekten değerli ve bizim vakamızda geçerli. Dokunma! adlı seriyi tasarımcı Emrah Kavlak’ın tasarlayıp kodladığı heyecan verici ve yaratıcılığı tetikleyen bir web arayüzüne suç delili niteliğindeki fotoğrafları yükleyip, üçboyutlu bir küpler evrenini simüle eden bu arayüzü hata üretmeye zorlayarak elde ettim. Ortaya çıkan eserlerin glitch estetiği taşıdığını, çeşitli suçlar gibi öngörülemeyen şekillerde kazaen oluştuğunu söylemek olası. Somut fotoğraflar bu arayüz sayesinde soyut görsel söylemlere dönüşebildi. Emrah ile yaptığım bu çok verimli iş birliği, Begüm’ün ezici kentsel yoğunluk hissini veren etkileyici ses yerleştirmesi ile başka bir noktaya taşınmış oldu ve umarım eserlerin başında biraz daha vakit geçirme ihtiyacının artmasına vesile oldu. Diğer bir deyişle, izleyicilerin eserlerden kopmaması için bir neden daha ortaya çıkmış oldu.


Kopmanın kente, mimariye, hafızaya ve birçok şeye verdiği zararlar hakkında ise bir önceki soruda değindiğim legacy kavramı ve onun olası açılımları cevap olacaktır diye umuyorum.


Begüm Çalımlı: Kendi kişisel deneyimlerime dayanarak, fotoğraflar ve sesler arasında imgelenebilir bir ses peyzajı oluşturarak işitsel kaydını tuttuğum bu sergide, mekânları birer sahne gibi düşündüm. Seslerin ve ritimlerin insanlarca nasıl algılandığı, ne gibi ihtiyaçlar, deneyimler ya da diyalog zeminleri oluşturduğu konusunda, Murat’ın kazaen oluşturduğunu söylediği bazı görseller gibi, benim de şehirde yürüme pratikleri sırasında kaydettiklerim birbirleriyle örtüşüyordu. Bu vesileyle, sürekli değişim içerisinde olan kentsel çevre ilişkisini ortaya koyma amacını taşıyacak olan işitsel fotoğraflarda, nasıl bir ses kolajı ile yola çıkacağıma dair formlar, zihnimde müzikal imgeler aracılığıyla oluştu. Bu açılardan da, şehirde plansızca ve serbestçe yürümenin, karmaşık işitsel perspektiflere kulak verebilmek açısından bana farkındalığı öğreten, hem bedensel hem de zihinsel ufuk açıcı duyumsal deneyim faaliyetlerimden biri haline dönüştüğünü söyleyebilirim.

Bahsettiğiniz kopmanın verdiği zararlarla ilgili olarak da, sanayileşme sürecinin bir belirleyici olması gerçeğiyle birlikte, küresel ölçekte toplumsal ve kültürel sorunların büyüyen önemini yok saymanın artık pek mümkün olmadığını biliyoruz. Tahribatın geçmişi ne yazık ki pek temiz değil. Yaşadığımız şehirlerin bazı kısımlarıyla hepimizin bir derdi mutlaka olmuştur, türlü türlü hatıraları ve anlamları barındıran. Hepimizin dâhil olduğu belli başlı ekosistemler ve içinde var olmayı arzu ettiğimiz hatta dışına çıkmaktan korktuğumuz yerler var. Bu sebeplerle çeşitli özgürlükleri içinde barındıran şehircilik, popüler kültür, kamusal alanlar ve sokak yaşamı, belirli kültürel zamanlarla ve bağlı olduğu ideolojilerle işitsel köprüler kurmakta. Öte yandan gürültü kirliliğinin çerçevesini de oluşturmakta ve şehrin akustik mekân politikasının oluşumuna da zemin hazırlamaktadır. Bir şehrin akustik ekolojisinin ve ses kültürünün değerlendirilmesi, işitsel hayatın kapsamlı bir okumasının yapılabilmesi konusunda, dinlemeye özgü gerçekleştirilen yürüyüş pratikleri ve ses çalışmaları, bugünkü modern toplum anlayışlarının nasıl irdeleneceğini araştırmaktadır. Aidiyet duygusuna izin vermekten, nasıl ait olmayacağımıza kadar, günlük bir araya gelme girişimlerimizden, yerinden edilme, göç ve kopma deneyimlerini nasıl içinde barındıracağımızı öğreten bir ağ olarak, Murat’ın da altını çizdiği legacy kavramına ek olarak, bugün sosyolojik bir dinleme sanatına bu anlamda daha çok ihtiyaç olduğuna inanıyorum.


Mehmet Ali Boran, Eski Zamanlardan, Galvaniz sac ve epoksi, 19 x 29 cm, 2021


Mehmet Ali Boran’ın daha yerel bir konumdan Olay Mahalli’ne yaklaştığı ileri sürülebilir. Dara Antik Kenti’ni odağına alıyor. Oranın turizme kazandırılmasını jeontoiktidar pratikleri açısından resmediyor. Yani canlı ve cansız her şeyden bir dirimsellik yaratan kapitalizm eleştirisi sunuyor. Bir yerin turizme kazandırılmasının ne türden bir etkisi oluyor?


Mehmet Ali Boran: Arkeolojik alanların gün yüzüne çıkarılması ve korunması tabii ki kıymetli bir eylemdir. Dara, gençlik yıllarımda bisikletlerle gittiğimiz bir köydü, bizi kendine doğru çeken şey orada arkeolojik buluntuların ortaya çıkarılmaya başlanmasıydı. Sistematik olmayan bir şekilde 20 yılı aşkın bir süredir Dara’ya gidip gelmekteyim.

Arkeolojik alanlarda olası turistik bir kültür patlaması her daim yüksek bir potansiyel barındırır. Bu turistik kültüre, yerelde yaşayan insanların kendi dinamikleri ile karşı durmaları neredeyse imkânsızdır. Turizm acentelerinin otobüslerinden yayılan toz bulutundan önce iktisat yerine çoktan ulaşmıştır. Ve maalesef bu, tozu ve dumanı görünmezleştirerek her şeyi halletmeye kadirdir.


Otellerin, turizm acentelerinin ve orta sınıfın faydalanabildiği bir kazanç alanı haline gelen yerde, “acılı Dara ayranı bulunur“ yazılı trajik tabela ve onun hemen berisinde ziyaretçilerden kalan yığın halinde duran çöpler manzarayı bir olay mahalline dönüştürüyor zaten.


Şu sıralar lezzeti, yağ oranı kalitesi çok düşük olan Dara zeytini çok revaçta. Ve marka değeri olma yolunda koşuyor! Nüfus 1996’dan bu yana hep aynı sayıda. Dışarıya sürekli genç nüfusun göçü söz konusu. Metropollere göç etmek zorunda kalan bu gençler, bir ömür boyu zabıtaların kovaladığı seyyar midye satıcılarıdırlar. Bundan ötürü İstanbul’da, İzmir’de, Ankara’da karşılaştığımız midyecilerin %80’i Daralı’dır. Semalarında drone’lar, sırtında Bagok sıradağları, hemen karşısında sınır hattı, berisi Rojava, Nusaybin ve Kızıltepe... Topografik değil kartografik bir alan.


Epizot Hikâyeler adında 14 parça A4 ebatlarında suluboya resimlerle, arkeolojik alan ve yapılar dışındaki kimi şeylere, mesela palamut ağaçlarına, zeytinliklerine, domalan mantarına, kayaçlarına, ineklerine, iyileştirici ritüellerine, kümülüs bulutlarına, yani jeo ve biosunda bulunan şeylere bu suluboya resimler aracılığıyla bakmaya çalıştım. Plastik bir değer olarak sulu boyanın uçuculuğu ve kâğıdın yüzeyinde bıraktığı kırışıklıklar, antik kentte birkaç asırdır yerleşik olan köy yaşam yerinin yakın bir zamanda ortadan kalkacağına vurgu yapıyor. Resimleri sevgili Hüseyin Aksoy teker teker detaylandırdı.

Köydeki yaşam yeri, 30 yılı aşkın bir süredir, arkeolojik alan olması hasebiyle yatay veya dikey ilerlemesi yavaşlamış durumda. Bu yavaşlık kendisiyle beraber köy yaşam yerinin birçok özelliklerini yitirmesine hızlandırmış vaziyette. Çünkü birkaç yüz milyon yıllık arazinin son 3000 yıllık dönemecinde kurulmuş olan bir kentin turistik dili Dara arazisinin en güzel canlı ve cansız şeylerinden çok daha fazla rağbet görüyor. Peki ya orada birkaç yüzyıldır bulunan köy yaşam yeri? İçindeki insanlar, nesneler, tarımsal faaliyetler? Tabii bu, Dara antik kentinin elde ettiği bir pozitif ayrıcalık değil. Bu, tüm dünyada böyle işlemektedir.



Murat Germen, Dokunma! #1 - 24, Murat Germen & Emrah Kavlak iş birliğiyle, C-Print, 63 x 36,75 cm, 2021, Ses tasarımı: Begüm Çalımlı



Rönesans perspektifinden, panoptikona oradan da Panoptikon’a Zoom’la uzanan denetim ve güvenlik aygıtlarına her geçen gün bir yenisi ekleniyor. Sergide Murat Germen’in işinde bunların ne tür bir boyut aldığını görebiliyoruz. Germen’in işlerine baktığımızda başımızın döndüğü söylenebilir. Artık gönüllü bir şekilde bu aygıtların birer kullanıcısı duruma geldik. Algoritmaların dünyası bizi bizden çok daha iyi bilir duruma geldi. Sürekli rahatsız edilir olduk. Bunun korkunç bir şiddeti de içinde barındırdığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Biyopolitika ve jeontoiktidarın yeni güvenlik pratiklerini sergi bağlamında değerlendirebilir misiniz?


Murat Germen: Yöneten, yönlendiren, dâhil eden, çıkaran, deri rengi veya dini aidiyet üzerinden gizli ya da açık bir şekilde ayrımcılığın programlandığı, tüketme potansiyeli olmayanları insan yerine koymayan, sadece belli insanlar tarafından belli insanların çıkarları için kodlanan algoritmaların içlerinde korkunç bir şiddeti barındırdığı saptamasına kesinlikle katılıyorum. Güvenlik diye bize yutturulmaya çalışılan şey, bizi güvencesiz hale getirenlerin sisteme teslim olmamız için tasarladıkları içi boş bir kavram. Aynı Monsanto’yu Bayer’in satın almasında olduğu gibi, sistem hastalığı ve tedavisini birlikte pazarlar; Monsanto ürünleri insanları hasta etmek üzere tasarlanır, Bayer ürünleri de tedavi… Güvenlik bahanesiyle bize dayatılan her teknoloji, süreç, prosedür bizim daha güvencesiz olmamıza yol açıyor; tüm mahrem kişisel bilgilerimiz güvenlik bahanesiyle bizden alınıp sermayenin ellerine teslim ediliyor ve esaretimizin, çaresizliğimizin vahameti gittikçe artıyor.


Yeni emperyalizm kişisel veri madenciliğidir, emperyalistler artık göz koydukları ülkelerin topraklarını işgal etmek yerine bu ülkelerde yaşayanların kişisel alanlarını işgal etmeyi tercih ediyorlar. Eskisi gibi top, tüfek kullanmak zorunda kalmıyorlar ve bu top, tüfekleri tarumar ettikleri ülkelerde ayrıştırdıkları halklara vererek onların birbirlerine zulüm yapmalarına zemin sağlıyorlar. Bu işlenecek suçların en büyüğüdür, dolaylı bir soykırımdır ve bu suçun merkez üssü kentin ta kendisidir! Kişisel veri madenciliği çok büyük çoğunlukla İnternet üzerinden gerçekleştiriliyor. Her daim ağa bağlanmış olma haline connectivity yani “bağlanırlık” deniyor, sanki büyük marifetmiş gibi; halbuki bu bağlanırlık aslen bir captivity yani esaret…


Panoptikon tasarımı ve bu soyut kavramın Küba’da vücut bulmuş hali olan Presidio Modelo (model hapishane) binasını simüle eden üç boyutlu sanal ortamın hayalden “gerçeğe” dönüşmesinde oyun tasarımcısı Haluk Diriker’in çok büyük katkısı oldu. Daha önce Haluk ile beraber İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nün düzenlediği İstanbul Unbound adlı konferans kapsamında, Fikirtepe’de mutenalaştırma bahanesi ile mülksüzleştirmeye yol açan süreci bir video çalışması ile görselleştirmiştik ve bu iş birliği bizi ilerdeki başka iş birlikleri konusunda çok heyecanlandırmıştı. Uzunca süredir panoptikon kavramına ilişkin bir iş yapmak niyetim vardı ve Mehmet Ali ile “suç” üzerine bir ikili sergi yapmaya karar verdikten sonra kafamda oluşan soyut kavramsallığın, içinde gezilebilir bir ortama dönüşmesini sağlamak üzere Haluk ile irtibata geçtim ve sağ olsun kendisi kabul etti. Senaryonun gerçeğe dönüşmesindeki değerli katkısı için kendisine müteşekkirim.


Yapının iç çeperinde yer alan ve içteki gözetleme kulesine doğru bakan hücreler; küresel salgın sırasında konuşmacı ve/veya dinleyici olarak katıldığım çevrimiçi toplantılarda (Zoom, Meet, Skype, Teams, vb.) ekran görüntülerini aldığım ve telif hakları/kişisel veri mahremiyeti ihlalinden kaçınmak için yüzleri tanınmaz hale getirdiğim bireysel profil görsellerini barındırıyor. Ekran görüntülerinin bir hafıza tiyatrosuymuşcasına matris formatında düzenlemesi, Wachowski biraderlerin, şimdiye kadar yapılmış belki de en anlamlı bilim kurgu filmi olarak gördüğüm, Matrix’ine işaret ediyor. Mehmet Ali Boran’ın Matrix’teki ajan robot böceği tasvir eden heykeli ise bu referansı iyice güçlendiriyor. Mavi hap sizi sisteme, çoğunluğa, matrise bağlar ve sunduğu çeşitli gerekli gereksiz hizmetlerle sizi esir eder; kırmızı hap ise sizi yanlış başınıza bırakır, birçok şeyi kendi başınıza halletmek durumunda kaldığınızdan bağımsızlaştırır, daha çok mücadele etmenizi gerektirir ama esaretten de kurtarır!


Değerli dost Mehmet Ali ile iş birliği yapmak gerçekten çok doyurucu oldu. Mehmet Ali samimi ve olumlu tavrıyla bu iş birliğini unutulmaz kıldı; kendisi gibi alçakgönüllü, özgür iradeli ve paylaşımcı bir insan bulmak kolay değil sanat dünyasında. Sergi çıktıları ortaya çıkmadan önce uzun süre yazıştık birbirimizle, doyurucu bir bilgi ve fikir alışverişi oldu. Mehmet Ali’nin farklı sanatsal ifade biçimlerini aynı çerçeve içerisinde birbirlerine eklemlemesi ve buradan tutarlı bir ifadeye ulaşması gerçekten takdire şayan. Her ne kadar bunun için özel bir çaba göstermemiş, işlerimizi ona göre uyarlamamış olsak da ikimizin işleri arasında da bir eklemlenme ve süreklilik söz konusu. Mehmet Ali kendi yaşadığı kentin, coğrafyanın meselelerini gündeme getirip aslında küresel olan bir musibete dikkat çekerken; ben ise Panoptikon’a Zoom işiyle küresel bir musibetten yola çıkarak, Dokunma! adlı seriyle onun kendi yaşadığım coğrafyadaki yansımalarına gönderme yapmaya çalıştım.


Diğer yandan; ikimizin de birer kurgusal videosu olması, duvara asılı bazı işlerin çoklu eser barındıran seriler olarak film şeridi gibi gösterilmesi, bazı işlerin belgesel içerikli olup tipik belgesel kayıt formatlarında olmaması, her ikimizin de üç boyutlu heykelsi yerleştirmeleri olması, gene her ikimizin de aramızdaki iş birliği dışında diğer sanatçı arkadaşlarımızla yaptığımız iş birlikleriyle işler üretmiş olmamız sanki baştan anlaşarak sergiyi ürettiğimiz gibi bir his yaratıyor olabilir. Bu olgu ikimizin kafasının benzer çalıştığını gösteriyor olsa gerek. Mehmet Ali’nin Anadolu parsının izini sürdüğü işinde değindiği soy tükenme hali ve bu evrende insan dışında başka varlıkların da olduğu olgusu üzerinden insanın kibrine eleştiri getirmesi de bu sergiyi kuvvetli bir şekilde özetleyen bir zemin oluşturuyor.


Son, olarak Değerli Ayşegül ve Ömer Özyürek’e adas.ist’in mekânını bize açtıkları için teşekkür etmek isterim.


Mehmet Ali Boran, Epizot Hikayeler, 14 Adet A4, 2021


Bu noktada antropolog Elizabeth Povinelli’nin bir tespitinden bahsetmek istiyorum. Povinelli, Batı epistemolojilerinin ve ontolojilerinin taşralaştığını iddia eder. Var olanın dolanık olduğunu yani birbirini etkileme ve etkilenme gücünün önemine işaret ederek iktidarın daha dolanık bir yapı olduğuna ve etkileme kudretine dikkat çeker. Mehmet Ali Boran, jeontoiktidar mefhumunun sanat pratiğinde bir yeri var. Düşünceyi geliştirmek adına, yaşadığın topraklarda ve dünyada iktidarın daha dolanık olduğuna yönelik gözlemlerin ve bunların sergiyle olan bağı hakkında neler söylersin?


Mehmet Ali Boran: Bir yerin yerel bilgisi üzerine oturan ve bu yerel bilgiden hareketle sistem ağlarını çoğaltan, genişleten ve derinleştiren stratejilerle hareket eden çok parçalı iktidar yapısı mevcut. Her dönemin teknolojilerini dolanıklığına katan bu yapıya, soğuk savaşın son dönemlerinde Manuel DeLanda yeni bir tanım kazandırır. Biyoiktidarın işlevselliğini sağlayan araçlarının kapsama alanını geliştiren panspectron’dur bu. DeLanda, bunu süpürge makinesi örneğiyle örneklendirir. Süpürge makinesi tozları içine çeker ve orada depolar.


Bilgisayar teknolojilerinin kaydedilen bilgilerin sonsuz kere ve yeniden tekrar tekrar hatırlatılması aracılığıyla panspektron kavramını yeni bir iktidar etme biçimi olarak öne sürmüştür DeLanda. Panspectron, tam da bugünlerde sosyal medya hesaplarımız üzerinden bilgilerimizin şirketlere ve iktidarlara veri olarak satılmasını sağlayan bilginin kendisi.


Murat Germen’in sergi için tasarladığı panoptikon mimarisinden hareketle oluşturduğu dijital ortamlardaki Zoom toplantılarının ekran görüntülerini alıp günümüze uyarlayarak oluşturduğu dijital panoptikon, iktidarın yeni gözetim ve denetim mekanizmalarına mükemmel göndermeler yapıyor.


Hapishane mimarisi olarak oluşturulan panoptikon mimarisi, yaşamlarımızın arasındaki yeni dijital hapishane sürümüyle Murat’ın yerleştirmesiyle somutlaşmış oldu. İktidarların sınır tanımayan kendini yenileme ve büyüme çabası, jeontoiktidar diye tarif bulan halleri bugünlerin en güçlü denetim ve güvenlik mekanizmalarını oluşturmakta. Yerellik bilgisinin üzerine konumlanarak oranın, coğrafi özelliklerini kullanarak yoluna devam eder bu mekanizma. Karasallık, denizsellik, dağların yükseltisi, kaya türleri, ormanlık alan, canlı ve cansız olan her şey jeontoiktidar için birer veri durumundadır.


Elizabeth Povinelli, jeontoiktidarı canlılık ve cansızlık ikiliğini bir arada bulunduran, animizm, çöl ve virüs üzerinden tanımlayarak, bu iktidar modelinin kendinden önceki iktidar modellerini reddetmeden kapsayan işleyişine vurgu yapar.


Londra merkezli Forensic Architecture‘ın, Filistin topraklarında İsrail’in sömürgeci politikalarını ifşa ettiği araştırmaları, iktidarların jeontoiktidarla ne denli dolanık bir hal aldıklarını göz önüne sermektedir. Jeontoiktidar politikaları 2011 yılında ihaleye çıkarılan kalekollarla buraya da taşındı. Alana hâkim olan en güzel ve en yüksek dağların doruk noktasında uzay mimarisi ile oluşturulmuş enfes mimari estetikte kalekollar manzaranın kendisini oluşturuyor. Yine Mardin ve Diyarbakır arasındaki otoyolun sağ ve sol tarafına düzensiz aralıklarla sıralamış üst düzey bilgisayar teknolojileri ile donatılmış dört metre çapında dokuz metre yüksekliğinde güvenlik kulübeleri inşa edildi.

Bu güvenlik kulübeleri yol boyunca çok stratejik noktalara harita-bilimi ve coğrafi yapı baz alınarak yerleştirilmiştir. Kulübeler kendinden önceki, sonraki ve karşısındaki kulübeyi gözetlerken aynı zamanda otoyol içinde yol alan araçlar ve araçların içindeki insanlar kontrol altında tutulmakta. Diğer yandan bu otoyolun sağ ve sol tarafında bulunan tüm köyler ve otoyola açılan patika yolları da denetim ve kontrol altında. İktidarların şişmanlamadıkça şişmanlayan dolanık halleri eskiyen teknolojileri bagajına alarak yoluna devam etmekte.


Matrix 1’de gözetim mekanizmasını sağlayan rutubet böceğinin robot hali doksanlı yılların bio politika araçlarından biri olarak filmin başrol oyuncusu Neo’nun göbek deliğinden içine doğru salmışlardı. Şimdilerde ise bu tür uygulamalara ihtiyaç duymayan bir iktidar modeli var. From the Old Times adlı çalışmamda filmde kullanılan bu böceğin heykelini galvaniz saçtan yeniden tasarlayarak şeffaf epoksinin içerisinde sergileyip, arkeolojik bir buluntuya dönüştürerek Povinelli‘nin jeontoiktidar diye tanımladığı politikalarına ve yeni dönem güvenlik sistemlerine dikkat çekmeye çalıştım. Evet, o iktidar gün geçtikçe daha dolanık hale gelmeye devam edecek. Bu dolanıklığın karşısında bizim nerede nasıl durduğumuzu kestiremediğimi söyleyebilirim. Fakat Epizot Hikâyeler adındaki 14 parçadan oluşan suluboya yerleştirmemim bir resminde muhtemelen taşla düşürülmüş bir drone ve başka bir resimde izleyiciye tüylerini kabartan bir hindi olması bu anlamda umutlarımı diri tutan imajlar…


Solda: Mehmet Ali Boran, Anadolu Parsının Tedirgin Arayışları, Video, 08:38, 2021, *İstanbul Rotary Kulübü tarafından verilen, İstanbul Rotary Sanat Fonu desteğiyle üretilmiştir.

Sağda: Murat Germen, Dipsiz - Sürreel, 10 mm Re-board + folio print + 6mm balsa, 119,5 x 159,5 x 11,5 cm, 2017, OADA (Open ended Architecture Design Art) Collection


Begüm Çalımlı’nın sesle, Murat Germen’in fotoğraf ve diğer üretim pratiklerinden yola çıkarak kentle kurduğu ilişki, Mehmet Ali Boran’ın nesli tüketilmekte olan Anadolu parsının izini sürmesi arasında şu yönde bir benzerlik kurulabilir mi? Anadolu parsının yok edilmesi ve kendini yok bir hayvan haline getirecek kadar ortadan kaybolmasıyla, kentlerin kenarlarına sürülmüş olanların geleneği birbirine benziyor.

Mehmet Ali Boran: Sevgili dostum Murat Germen ile Mardin’de uzun bir kış gecesinde, bu sergide bir araya gelmemizi sağlayan konuşmamızı hatırladım. Eyal Weizman’ın arazi, haritalandırma ve mimari aracılığıyla kolonyal ve kapital faaliyetlerin doğurduğu yıkımlar ve içinden çıkılmaz hallere dair söylediklerine değinmiştik.

Murat’ın başta fotoğraf ve diğer dijital kurgular aracılığıyla, eşitsizliklerin ortaya çıkardığı mağduriyetleri kendi anlatıları üzerinden yine benim arazi ve haritalandırma üzerinden dekolonyal bir yerden ele almaya çalıştığım kurgularımızın forensic etrafında örgütlenen halleri detaylandırdığımız tikel mevzularımızdı.

Murat’ın sanatçı gözünü kendine çeken şehirdeki her yer bir suç mahalli idi. Meskûn mahal içinde ve dışında kendini bana ısrarla gösteren iktidar tarafından yara almış ve iyileşmek için çırpınan canlı ve cansız birçok şey... Ve devamında Ahmet’in ve Begüm’ün dâhil olduğu tartışmalarımız farklı kanallardan gelip aynı havuza akıyordu. Tıpkı Ahmet’in küratöryel iş ve yerleştirme tercihleri ve yine benim ve Murat’ın üretimlerinin yeni katmanlar elde etmesini sağlayan Begüm’ün ses ve müzik kompozisyonlarının buluştuğu forensic dil gibi.


Dersim’den havalanan Anadolu parsı uçurtması, son yüz yıldır doğanın maruz kaldığı tahribat ve yıkımların haritasını çıkararak izlediği güzergâhın duraklarından birisinin Hevsel bahçeleri olması, Murat’ın da 2017 senesinde çekip daha sonra kimi malzemelerle müdahale edip boyutlandırdığı Sur’daki (Diyarbakır) fotoğrafın Anadolu parsının yol güzergâhının en son uğradığı yerlerden birisine çıkması, ikimizin birbirimizden habersiz kesiştiğimiz en önemli noktaydı zannımca. Murat’ın fotoğraf çalışması ve benim videom sergide yan yana yerleştirildi.


Anadolu Parsının Tedirgin Arayışları adlı videoda parsın güzergâhı üzerinde karşılaştığı barajlar, asfalt, Kalekollar, madenler, inşaat, ses ve gürültü gibi insan kaynaklı faaliyetlerin yeni dönem güvenlik sistemlerine uzanan halleri, Murat’ın panoptikon mimarisinin bugünlere uyarlanan dijital halleri serginin ortak temalarını oluşturuyor.


Murat Germen: Üstünde yaşadığımız dünya, azınlıkta olan ya da hep nesli tükenmek tehlikesi altında olan özne ve nesneler sayesinde yaşanmaya değer, heyecan ve şevk veren, umut aşılayan bir yere dönüşüyor. Egemen sistem, farklılıkların bir-aradalığından oluşan bir çoğulluk yaratmak yerine farklılıkların birbirine düşman edilerek, tektipleştirilmesinden besleniyor. Bu yüzden artık azınlıkta olanlar eskiye göre daha güvencesiz hallere mahkum oluyorlar; yaşamanın tadı işte bu yüzden her geçen yıl daha da kaçıyor. Bunu takiben döngünün de tadı kaçıyor, küresel ısınma ve iklimsel değişim geliyor; manevi olarak zaten yaşanmaz hale gelmiş dünya maddi olarak da yaşanması zor bir yere dönüşüyor. İnsan ortadan kaybolmadıkça da filmi geriye sarmak pek zor görünüyor…


Aslında yeryüzü korkunç bir kadastro. Yönümüzü nereye çevirsek mülkiyetten ve buna bağlı olarak bir suç hattından söz edebiliriz. En kötüsü de mülkiyetsizliğin ne olduğunu bilmiyoruz. Yatay örgütlenmeler ve otonom yapıların bu suç hatlarıyla mücadele etmedeki önemi hakkında ne düşünüyorsunuz?


Mehmet Ali Boran: Bir-aradalığımızı sağlayan her türlü buluşmaya kahkahalarımızı da ekleyerek, halen nefes alabildiğimiz alanları suça dâhil etmeye çalışanlardan uzak tutabiliriz.


Ahmet Ergenç: Korkunç kadastro deyince, aklıma Kafka geldi. Şato’daki kadastro memuru K.’nın çaresizliği. Kafka 20. yüzyıl başındaki “korkunç” bürokrasinin anatomisini çıkarıyordu. Biraz abartıldığında ucu sürreal ya da grotesk bir hale çıkan bürokrasi ve kontrol aygıtlarının. Kafka’da bir çıkışsızlık hali olduğunu kabul etmek lazım ama aslında burada bir ironi de fark edilebilir. Ayrıca, bir durumun “tanımlanması” ya da adının konması, o durumla mücadelenin ilk adımıdır. Kafka bunu yapar. Biz de bunu yapıyor gibiyiz şimdilik. Bu “korkunç kadastro”nun adını koyuyoruz. Ben örgütlenmeler ve eylemlerin yanı sıra, bu “ad-koyma” faaliyetinin de etkili olduğunu düşünüyorum. Reel bir mücadele alanının yanı sıra bir söylem mücadelesi alanını da tutmak gerekiyor. Örgütlenme ve eylemlilik sırf “düşünsel” alanda da olabilir. Godard’ın bir yerde “teorinin pratik bir zorunluluk olduğu bir an gelir” gibi bir şey dediğini hatırlıyorum. Bence durum öyle ve bu serginin asıl katkısı da budur. Ama birilerini reel anlamda eyleme geçirmeye katkısı da olursa, ne ala.

Murat Germen: V for Vendetta beni en çok heyecanlandıran az sayıda filmden birisi oldu, “parlamento binası patladığında onu yüzünde hafif bir gülümseme ile seyredenlerden birisi olmak isterdim!” diye hissettiğimi hatırlıyorum. Buradaki örgütlenmenin yatay ve özerk olduğunu söylemek olası sanırım.

Bize hizmet verme iddiasıyla yola çıkan çeşitli resmi ve özel yapılanmaların aslında kendi güçlerini artırmak ve bağımsızlığımızı yok etmek üzere yola çıktıklarını çeşitli vesilelerle görüyoruz. Bizi güvencesiz bırakan bu durum, bu yapılara olan güvenimizi derinden sarsmış durumda. Yönetenler ve emekçiler arasındaki uçurum gittikçe artıyor, suçun artmasındaki en önemli etken bu. Bu yüzden eskiden olduğu gibi imece, takas kavramlarını daha çok gündeme getirerek, çıkar beklemeden birbirimize yardımcı olduğumuz günlerden neler öğrenebilir ve öğrendiklerimizi yeni hayat biçimlerimize nasıl uyarlayabiliriz diye düşünmemiz gerekiyor. Yatay ve özerk yapılanmalar, yapıları oluşturan bileşenlerin aralarındaki farkların ve dolayısı ile suçların azalmasına zemin sağlama potansiyeli taşıyorlar.


Comments


bottom of page