top of page

Yeryüzüne sürgün veren sergi

Yazarın fotoğrafı: Nazlı PektaşNazlı Pektaş

Raziye Kubat’ın Taş Kafa-Zaman Yolcusu adlı sergisi 5 Aralık 2024 - 10 Ocak 2025 tarihleri arasında Merdiven Art Space’te gerçekleşti. Küratörlüğünü Mahmut Wenda Koyuncu’nun üstlendiği sergiyi değerlendirdik


Yazı: Nazlı Pektaş Görseller: Taş Kafa-Zaman Yolcusu sergisinden görüntüler, Raziye Kubat ve Merdiven Art Space’in izniyle


Raziye Kubat, Taşların kuzusu, 2024, Taş yontu, 40 x 25 cm


Raziye Kubat’ın Taş Kafa-Zaman Yolcusu sergisi manzara ve yeryüzü arasında görsel bir novella sunuyor adeta; peşinde şu soruları yüklenerek: Yeryüzü sanatçının köklerine nasıl dolanır? Sanatçı yeryüzüne bedenini yaslarken kendine nasıl varır? Dağ, taş, kuş, insan birbirinde nasıl yol alır? Sanatçı yeryüzüne nasıl bakar? Bizi hangi manzaranın içine salar?


Peki bizler bu olup biteni nasıl izleriz? Manzarayı seyretmenin hazzına erdiğimiz bir tepenin üzerinde Alman Romantikleri’nden Caspar David Friedrich’in 1818 tarihli resmi, Sis Denizi Üzerindeki Gezgin gibi mi? Resimdeki kentli, yüce doğanın karşısında bir eli cebinde ayakta dikilmiş sırtı bize dönük öylece dururken aklında geçenle yüzünde belireni hiç bilemeyeceğiz. Belki de Friedrich’in sırtı dönük gezgin figürü sis denizine hayranlıkla karışık korku/dehşet ile bakıyordu. Muhtemelen de öyledir, korunaklı ve güvenli bir yerden Edmund Burke’un “keyifli dehşet”[1] adını verdiği ve romantik dönemin sanatçılarının yücelik duygusu için tanımladığı bu anın tadını çıkarıyordur…


Raziye Kubat, Merdiven Art Space’te gerçekleşen Taş Kafa-Zaman Yolcusu sergisinden görünüm


Taş Kafa-Zaman Yolcusu da izleyiciyi bir manzaraya davet ediyordu etmesine lâkin tüm manzarayı yitirilmiş zamanlara tanıklık eden taşlar gibi ortalığa saçarak. Birbirine benzer, birbirinden koparılmış, birbirine tutunmuş o biricik anların sızısını hatırlatarak. Dahası sergiye adımınızı atar atmaz bir manzaranın kırılmış parçaları arasında bir yandan insan eli değmemiş diğer yandan da onunla yaşamayı öğrenmiş lâkin unutmuş insanın yaşam izlerini arasında kaygılı bir gezgin olduğunuzu unutturmadan… Raziye zamanda bir yere fırlatıyordu fırlatmasına izleyiciyi ama orada kimsenin eli cebinde ve sırtı izleyene dönük değildi. Aksine bakışı ve aklında geçeni çoktan bildiğimiz insanların, yitik zamanların, geride bırakılmış manzaraların kırmızı bir trene yüklendiği ve geride kalan taşların sakladığı/saklandığı anlardı.


Raziye’nin sergisi için Gazete Oksijen’deki köşemde o günlerde okuduğum Frederic Gros’un Yürümenin Felsefesi kitabında geçen şu cümleyi alıntılamıştım: “Doğa bizi sarsa sarsa uyandırır insanlık kabusundan.” Peki nasıl? Hepimiz uyandıysak niçin hâlâ aynı kâbusun içindeyiz? Uyanıp uyanıp uykuya mı dalıyoruz? Raziye’nin üretimi yeryüzüne sürgün veriyor doksanlı yılların başından bu yana. Hayvanlar, bitkiler, insanlar, kum, ağaç, toprak, kum ve taş. İzleyebildiğim ve sonradan fotoğraflarını gördüğüm sanat üretimi sessizlikle, uğultuyla ve inlemelerle sıçradığımız uyanma anına salıyor beni. Bu sergide taş, zamanın ve insanın uykusunu iyice ağırlaştıran bağra oturmuş bir hakikât. Uyandırıyor lâkin kıpırdamana da izin vermiyor.


Raziye’nin sergisinde taşlar, varlığın maddesel ve zamansal düğümlerinde beliriyor, sürekli olarak kendini farklı biçimlerde kırıp parçalayan geçmişin, göçlerin ve adaletsizliklerin taşıyıcısı olan varlığını hatırlatıyordu. Her taş, zamana direnen ve aynı anda onunla eriyen bir yüzey/izlerin, hafızanın ve unutuluşun iç içe geçtiği bir alana dönüşüyordu. Raziye taşı yalnızca sabit bir forma indirgemiyor ve katı bir nesne gibi algılanmasını istemiyordu. Aksine taş sabit kalmak yerine bakışla şekilleniyor ve izleyiciyi kendi görme biçimiyle yüzleşmeye davet ediyordu.


Sergi metninde serginin küratörü Mahmut Wenda Koyuncu taşlardan başlayarak Raziye’nin dünyasına dair şu cümleleri kuruyor: “Önümüzde uzanan taşlar birer kurban kafası mı? Çaresiz, dilsiz bir evrenin semptomu mu yoksa başka türlü bir bilgeliğin gösterenleri mi? Raziye Kubat, hayvan ve bitki de dahil, bu muammalı ve puslu dünyanın ayırdındadır. İnsanın dışarısı, aksine, onun için bir eksik değil bir fazlasıdır. Taşlar konuşur, toprak bilge davranır, ağaç soru sorar hayvan öğretir… Eksik olan daima daha fazladır. Bu bir kudret, bir ruh teorisi anlamına gelmektedir Kubat plastiğinde. Bir şamanik müdahale aynı zamanda.”


Raziye Kubat, Başlangıç, Kâğıt üzerine karışık teknik, 80 x 110 cm, 2022


Raziye’nin üretimi yeryüzüne sürgün veriyor, dedim az önce. Wenda’nın yazdıkları ile birleştirirsem şamanın şifacılığının kaynağı olan doğa bir şaman için neyse, Raziye için de sanatının arketipsel mânâda ilk kaynağı doğa. Onunla hemhâl olarak var oluyor renk, biçim, doku ve ses…


Raziye’nin çalışmaları, doğanın temsilini sarsan, onun bir “gözlem alanı” olarak sabitlenmesini imkânsız kılan bir yapıbozum pratiği olarak okunabilir. Doğa, burada ne tamamen sessizdir ne de tam anlamıyla dile gelir; izleyici, anlamın ertelendiği, doğanın adeta geri çekildiği bir sınır bölgesinde konumlanır. Raziye, adaletsizlik, yerinden edilme ve unutuluş gibi kavramların doğal alanla iç içe geçtiği bir arşiv öne sürerken, bu arşivin sabit bir zamansallık içinde var olmadığını, her an yeniden kurulan bir metin gibi sürekli değiştiğini imâ eder.


Raziye Kubat, Kumcayurt serisi, Ahşap tuval üzerine kum ve karışık teknik, 25 x 35 cm, 2023


Doğa, bir gösteren olarak burada sabit değildir. Bedenin toprak, rüzgâr ve suyla kurduğu ilişki, göstergenin istikrarsız yapısını açığa çıkarır. Bu ilişkiyi yatayda deneyimleyen özne, doğayı özne-nesne dikotomisine sıkıştırmadan, kendini onunla eşzamanlı bir hareketin parçası olarak konumlar. Ancak bu hareket, daima bir erteleme içerir; insanın doğayla tam anlamıyla “birleşmesi” her zaman bir adım uzakta, bir metnin okunmamış dipnotunda kalır.


Sergide, çocukluğunda doğayla kurduğu ilişkiyi, doğrudan, tam bir karşılaşma olarak sunsa da, Raziye bu deneyimin de bir tür yapı olduğunun altını çizer. Ağaca, toprağa dokunma, rüzgârı hissetme, gibi duyumsamalar anın dolaysızlığında kaybolmuş gibi görünse de aslında sonsuz bir izler ağına dahil olmanın erken aşamalarını temsil eder. Doğa burada, daima “kendi olamayan” bir şey olarak geri döner.


Raziye’nin üretimiyle toprak sanatı ve eko-feminist pratiklerle bağlantı kurabiliriz lâkin Raziye, doğanın temsiline yönelik eleştirel bir mesafe yaratır. Onun doğayı “koruma” ya da “sahiplenme” gibi modernist projelere karşı, doğayla “birlikte yazma” önerisi, yapıbozumcu bir etkileşimi gündeme getirir. Doğa, burada bir metin gibi açılır, kapanır, eksilir ve tamamlanır.


Sonuç olarak, Raziye’nin üretiminde doğa, geçmişin izlerini taşımanın ötesinde, bu izleri her yeniden karşılaşmada yeniden yazan bir “iz” hâlini alır. İzleyici, doğanın içinde yürürken yalnızca bir yüzeyde değil, sonsuz bir katmanlar sisteminde gezinir; doğanın, daima ertelenen ve asla tam anlamıyla ele geçirilemeyen bir anlam olduğu gerçeğiyle yüzleşir.


 

[1] https://courses.lumenlearning.com/suny-classicreadings/chapter/edmund-burke-on-the-sublime/ Y CM MY CY CMY K www.galerinevistanbul.com [Erişim tarihi: 25.12.2024]


コメント


コメント機能がオフになっています。
bottom of page