top of page
Hüseyin Gökçe

Yeşeren, kanayan yerler ve “örgütlü kötülük”

Müjgan Tekin ve Vildan Tekin’in birlikte kaleme aldığı A7 Kitap etiketiyle raflarda yerini alan Karadut adlı roman bir Mari Gerekmezyan portresi çizmesinin yanı sıra bu aşkın en büyük sahiplerinden birine bu payları tekrar veriyor. Mari Gerekmezyan’la, ünlü ressam ve şair Bedri Rahmi Eyüboğlu arasında geçen tutkulu bir aşkın yeşeren, solan ve kanayan yerlerini gösteriyor


Yazı: Hüseyin Gökçe




Mari Gerekmezyan, Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun bir dönemine etki etmiş birisi. Denilebilir ki, hayatının belli bir yerinde ve eserlerinin oluşmasında onun etkisi var. Akıllarda kalan Karadut adlı şiiri eminim çoğumuz biliyordur. Hatta bu şiirle ilgili yapılmış birçok beste dinlemişizdir. Büyük bir aşkın izlerine, neler yazdırabileciğine tanık olduk. Bu şiirin dizeleri kim bilir belki de birçoğumuzun sevdalarına da değmiştir. Onun kokusunda, yoğunluğunda, kırılganlığında bu dizelerin yeri olmuştur. Ama burada gözden kaçırılan bir şeyler var. Bilerek veya bilmeyerek, bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde göz ardı edilen şuydu: Mari Gerekmezyan diye birisinin var olduğu. Yaşamında ve sanat pratiğinde Bedri Rahmi'nin belirleyici bir önem taşıdığıydı: Daha da önemlisi dönemin pek çok zorluğuna başkaldıran bir kadın, geleceğin büyük bir heykeltraşı olacağına kesin gözüyle bakılan bir sanatçı, sanatının düşsel ve düşünsel yönü, toplumla kurduğu ilişki ve siyasetle olan bağ da unutuluyor. Bütün bunların olmasında Gerekmezyan'ın erken ölümü, Ermeni ve kadın bir sanatçı olması, Bedri Rahmi'nin daha ünlü ve erkek bir sanatçı olması ve aşklarının hiçbir şekilde onaylanmaması olabilir.


Müjgan Tekin ve Vildan Tekin’in birlikte kaleme aldığı A7 Kitap etiketiyle raflarda yerini alan Karadut adlı roman bir Mari Gerekmezyan portresi çizmesinin yanı sıra bu aşkın en büyük sahiplerinden birine bu payları tekrar veriyor. Mari Gerekmezyan’la, ünlü ressam ve şair Bedri Rahmi Eyüboğlu arasında geçen tutkulu bir aşkın yeşeren, solan ve kanayan yerlerini gösteriyor. Bir yandan da Bedri Rahmi uğruna ülkesini bırakan, ismini değiştiren, resim sanatında yeteneğiyle herkesi büyüleyen Ernestine Hanım’ın (Eren Eyüboğlu) bu aşk karşısında aldığı yaraları anlamaya çalışıyor. Bir taraf tutmuyor. Mari’nin, Bedri Rahmi ve Eren’in gözünden bu süreçte olup bitenleri, yaşananları, duyguları olabildiğince anlama yönü ağır basıyor. Tenle yoğrulmuş bu aşkların izleri birçok açıdan görünür kılınıyor. Okurların da tüm bu yaşananlara bu açılardan bakmaları sağlanıyor.


Romanın sadece buralara yoğun bir şekilde saplanıp kalmadığını söyleyebiliriz. Gerçekle kurmaca arasında salınarak dönem romanına doğru kaydığını rahatlıkla ifade edebiliriz. Böylece de romanın bir aşk romanı olmaktan çıktığı ileri sürülebilir. Romana konu olan çoğu ismin, sanatlarıyla beraber toplumcu yönü ağır basan karakterlerden oluşmasının hem de yaşanılan dönemin bütün olup bitenlere sırt çevrilecek bir yönünün olmamasının da romanın kurgusunu buralara taşıma zorunluluğu doğurduğu söylenebilir. Zira söz konusu dönem; örgütlü kötülüğün makro ve mikro ölçeklerde zirve yaptığı dünyada, olumsuz anlamda etkilerinin en fazla hissedildiği yıllar olarak kayıtlara geçen bir dönemdi.


Kitapta; Sabahattin Eyüboğlu, Ahmet Hamdi Tanpınar, Orhan Veli, Cevat Şakir, Sait Faik Abasıyanık, Fikret Adil, Adalet Cimcoz ve birçok tanıdık isimle karşılaşıyoruz, onların sanat ve dünyanın gidişatı hakkındaki görüşlerine kulak kabartıyoruz. Şunu belirtmekte fayda var. Yazarlar, bu romanda geçen karakterleri, gerçek yaşamlarını ve eserlerini detaylı bir araştırmadan sonra romana dâhil etmişler, dönemin sanat ortamını da düşünerek kurgudan yararlanmışlar. Mesela okurken gerçekten de Ahmet Hamdi Tanpınar ve Sait Faik’le karşılaştığınız hissine kapılıyorsunuz.


Mari Gerekmezyan, Talaslı sürgün bir ailenin çocuğu. İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde öğrenim görürken, Güzel Sanatlar Akademisi’nde misafir öğrenci statüsünde heykeller yapan bir öğrenci. Aynı zamanda Getronagan ve Esayan Liselerinde öğretmenlik yapıyor. Üretirken de sanat ve felsefe hakkında yorumlar getiren, her anlamda ‘gerçekçi’ düşünen bir kadın olarak ele alınmış. Rastlantısal Güzellik adlı yazısı bize nasıl bir sanat anlayışına sahip olduğu konusunda bir ipucu verebilir. "Sanatçı, tıpkı bir dalgıç gibi kendi benliğinin derinliklerine dalmalı, orada aramalı, incelemeli, gerekirse kanayışını dahi seyrederek koparmalı, çiğneyip atmalı bazılarını, çünkü o derinliklerde sadece inci ve mercan bulunmaz" diyen bir sanatçıdan bahsediyoruz. Bu bakış açısı eti yani ‘tini‘ dert edinen bir anlayış gibi geldi bana. Yüzle ve ifade ile ilgili bir sorunu olan, onu mermer veya taş bir yüzeye yansıtmak isteyen bir sanatçının buraları düşünmesi ve yoklaması kaçınılmazdır diye düşünüyorum.


Rağmi Öğdül’den olayın tende gerçekleştiğine dair görüşünü ödünç alırsak, Mari’nin bir gün teninde bir olay gerçekleşiyor. Aslında iki tende bir olay gerçekleşiyor. Mari bu durumun verdiği çoşkuyla taşa, kile ve çamura farklı bir şekilde dokunuyor. Bedri Rahmi ise renklerin ve çizgilerin büyülü dünyasını bambaşka yorumluyor. Bedri Rahmi ve Mari'nin ellerine, fırça darbelerine, eserlerinin üretilmesine baktığımızda bu birlikteliğin nasıl bir iz bıraktığını etraflıca görebiliyoruz. Bir türlü neden birbirlerinden vazgeçemediklerinin sebeplerinin işte bu ellerde olduğu izlenimini ediniyoruz. Romanda bu iki ismin birbirlerine olan ihtiyaçlarının ve sevgilerinin estetik kaygılar nedeniyle olabileceği üzerinde de duruluyor. Zira bu birliktelik onaylanmayıp ayrı düştüklerinde üretemiyorlar. Ama tekrar bir araya geldiklerinde elleri yeniden canlanıyor. Bu anlarda betimlemelere ve duygu durumlarına yoğun bir şekilde yer verilmesinin bazı yerlerde göze batan bir hal aldığı söylenebilir. Dozu daha iyi tutturulabilirdi. Bu arada Mari Gerekmezyan taşa can veren elleriyle Neşet Ömer ve Şekip Tunç büstlerini yapıyor, Ankara Heykel Sergisi Ödülü’nü alıyor. Fakat gazetelerde bu ödüller yazmasına rağmen ödülleri kimin aldığı yazmıyor.

Sanatçılar ve bireyler, toplumdan, o toplumun dinamiklerinden ve ilişkilerinden ve kurumlarından bağımsız değildir. Sanatçılar, eser üretirken sanatı hakkında ve genel olarak sanat hakkında da düşünürler. Sanatının kaynaklandığı yerler üzerine kafa yorarlar. Bir araya geldiklerinde sanat ve ülke ve dünya meseleleri hakkında konuşmaları ise kaçınılmazdır.


Mari ile Bedri Rahmi arasında aşk dolu dizgin sürerken, II. Dünya Savaşı ve Nazilerin yaptığı kötülük dünyayı kasıp kavuruyor. Türkiye bu savaşta tarafsız kalmasına rağmen savaşın etkisini bir o kadar hissediyor. Romanda savaşın yarattığı tahribat neredeyse her toplantının vazgeçilmez ana gündem maddesini oluşturuyor. Her şeyiyle kara yıllar milyonlarca insanın hayatına mal olurken, Nazilerin faşizmi karşısında neredeyse tüm dünya sessizliğe bürünüyor. Romanda birçok yerde özellikle belirtildiği gibi bu vahşetin ilerde büyük bir kara leke olarak anılacağından ve lanetleneceğinden söz ediliyor. Başka da elimizden bir şey gelmiyor. Üzülmekten ve kederlenmekten başka… Çünkü dünyanın herhangi bir yerinde veya yanı başımızdaki örgütlü kötülük karşısında yeterince örgütlü hareket edemiyoruz.


Dünya’da bu türden gelişmeler yaşanırken Türkiye’de ekmek karne ile dağıtılıyor. Savaşın ağır sonuçlarını dengelemek için Ermeniler, Yahudiler, Rumlar’dan alınan ağır vergilerle savaşın ağır faturası azınlıklara çıkarılıyor. Düşünce, fikir ve basın özgürlüğünün ‘Tan Gazetesi Olayı’yla yağmalanması hadisesi de başka bir leke olarak tarihteki yerini alıyor. Bu olaya sayfa aralarında tüylerimiz ürpererek tanık oluyoruz.


Bütün bu kötülüğün içinde iyi şeyler de oluyor. Devlet bursuyla Anadolu’yu gezip orayı sanatına taşıyacak bir sanatçı da Bedri Rahmi. İskilip’in eşsiz coğrafyası onu büyülüyor. Onun gözünden Anadolu’nun bu küçük kentinin; dağlarına, ağaçlarına, rengine ve dokusuna dokunuyoruz. Yeri gelmişken söylemeden geçemeceğim bir husus var: Anadolu’nun motifleri ve manzarası her anlamda olumlu duygular uyandırıyor. Bedri Rahmi’de de olduğu gibi birçok aydınımız bunu çok önemsiyor. Bunları eserlerine taşıyor. Fakat Anadolu bu motiflerden ve göze hoş görünen manzaralardan ibaret değil. Oradaki karanlığa yeterince inilmiyor. En azından romanda da yer verildiği üzere Bedri Rahmi’nin abisi Sabahattin Eyüboğlu’na yazdığı mektuptan böyle bir sonuç çıkarıyorum.

Şairlerin ve yazarların başlattığı Mavi Yolculuk’ta mavinin ve yeşilin türlü çeşitleri içinde bir yolculuğa çıkıyoruz. Narmanlı’daki Mimoza Şapka Mağazasındaki ilk sergilerinden sonra kısa sürede 9. sergisini açan “d” Grubu’nun heyecanına ortak oluyoruz. Lambo’nun Meyhanesi’nde bol anason kokulu buluşmalara ve tartışmalara kulak kabartıyoruz. Hesabı ödeyecek paraları çıkmayınca onun meşhur veresiye defterine yazılan şiirler ve dizelerle buluşuyoruz. Daha birçok farklı mekânda kimi zaman nesnel gerçeklik, yalınlık, politika ve sanat mevzularında kiminde ise burjuva sanat anlayışının, varoluşsal kaygılara gömüldüğü belirtirilerek toplumsal gerçekliğe yüz çevirmesi eleştiriliyor. Nesnel koşulların her şeyi belirlediği dünyada sanatın da bir ‘sınıf sorunu’ olduğu üzerinde duruluyor. Mari bu tartışmalarda kendi görüşlerini kararlı bir şekilde ifade ediyor. Anlaşıldığı kadarıyla yazarlar, Mari Gerekmezyan’ı, toplumsal gerçekçilik görüşünde olduğuna yönelik güçlü bir vurguyla ele almışlar.

Kitabın ilerleyen sayfalarında Mari ve Bedri Rahmi’nin büyüyen aşkı çeşitli engellerle karşılaşıyor. Mari ailesinden ve cemaatinden deyim yerindeyse aforoz ediliyor. Bu ilişki yavaş yavaş solan ve hatta kanayan bir yere doğru ilerliyor. Bu aşktan ve geldiği noktadan Bedri Rahmi, Mari ve Eren olumsuz anlamda etkileniyor.


Bedri Rahmi, ikisini de seviyor. Birinden birinin olmaması onun için büyük bir kayıp. Mari’siz resim yapamıyor. Dünya ve hayat çekilmez ve katlanılmaz oluyor. Ama Eren’siz de yapamıyor.


Bedri Rahmi ile Paris’te başlayan ve dört yıl boyunca mektuplaştıktan sonra her türlü engellemelere rağmen evlenen Eren Eyüboğlu bu aşkın ortasında oğlu Mehmet’le baş başa kalıyor. Bu aşkı onaylamıyor. Mutsuzluğuna ve huzursuzluğuna rağmen Bedri Rahmi’yi terk de etmiyor. Böyle bir tavır almasında II. Dünya Savaşı’nın ağır yükü ve Nazilerin yaptığı barbarlığın etkisi olduğu izlenimi veriliyor. Denebilir ki, Eren Eyüboğlu bütün bunlara oğlu için katlanıyor. İçten içe kanıyor. Ama yüce gönüllü bir kadın… Mari Gerekmezyan’ın hastalığının tedavisi için Amerika’dan pahalı bir ilaç getirilmesi gerektiğinde Bedri Rahmi’ye eserlerinden birkaçını satabileceğini söyleyebilecek kadar gönlü zengin bir insan.


Karaşınlar içinde bir albino olan Ece Ayhan “Aşk örgütlenmektir bir düşünün abiler” diyordu. Örgütlü kötülüğe sanatla, aşkla ve düşünce ile örgütlenmesini bilen bir kadın Mari Gerekmezyan. Her direnmesini bilen insan gibi ilk önce yalnızlaştırılıyor. Daha sonra hayat ile aşkı arasında bir seçim yapmak istemese de birinden birini seçmeye zorlandığı izlenimi ediniyoruz. Tüm unutma ve unutturulmalara karşı denebilir ki; sanatı, aşkı, hüznü, mutluluğu ve sevinciyle bu dünyadan bir Mari Gerekmezyan geçti.

Comments


bottom of page