Bilsart, 28 Ekim 2020’ye dek küratörlüğünü Ahmet Ergenç’in üstlendiği Yoklarla Konuşmak isimli sergiye ev sahipliği yapıyor. Sergide yer alan iki sanatçı, Hera Büyüktaşcıyan ve Mehmet Ali Boran, yapıtlarının merkezine iki “kuş”u koyarak -hatta kuşların anlatıcı olarak kurgulayarak- benzer bir anlatı biçiminin yanı sıra ortak bir derdi de paylaşıyor: geçmişi kurtarmak, geçmişin “hayaletleri”ni konuşturmak ve bugünü o kurtarılan hayaletlerle birlikte yeniden okumak. Serginin küratörüne ve sanatçılara merak ettiklerimizi sorduk
Röportaj: Hüseyin Gökçe
Hera Büyüktaşçıyan, Ne Yerde Ne Gökte, Video, 2018, 10"10"
Hera Büyüktaşçıyan ve Memet Ali Boran, birbirinizden habersiz, aynı zamanlarda kuş figürü üzerinden birer video çalışması yürütmekteydiniz. Neden kuşlar üzerinden video işine soyundunuz? Bu iki işin ortak yönleri nelerdir? Ahmet Ergenç, bu işleri nasıl bir bağlamda kurgulayarak sergileme ihtiyacı hissettiniz?
Hera Büyüktaşcıyan: Şu an Berlin’deki Pergamon Museum’da bulunan İskender Papağanı betimi senelerdir zihnime takılı bir imgeydi. Konuşan kuşların bende yarattığı çağrışımların ötesinde, öncelikle kompozisyondaki tekinsiz yerleşim biçimi beni oldukça etkilemişti ilk gördüğüm andan bu yana. Yıllar yılı ayakları ne tam olarak yere basan ne de uçarken temsil edilmek yerine bir tuğla üzerine kondurulmuş bu kuşun arada kalmışlığını kendimle çok bağdaştırıyordum. 2019 yılında IFA-Galerie Berlin’de gerçekleştirmek üzere bir kişisel sergi daveti alınca ve galeri kuşun bulunduğu müzeye yakın olunca artık aramızdaki diyaloğu başlatmaya ve karşılıklı arada kalmışlık hallerimiz üzerine düşünmeye karar verdim. Bu iş vesileyle İskender Papağanı’nın temsili hayaletini Bergama’ya, her şeyin başladığı ve kendi imgesi dahil birçok alt katmanın taşlaştırıldığı yere getirerek zamanlar arası bir yolculuğa çıktık.
Sergi açıldıktan sonra Mehmet Ali’nin benle filmini paylaşmasıyla, eş zamanlı olarak ortaya çıkmış iki kuşun hayatımızda olduğunu öğrenmiş olduk. Her iki kuşun da mimari bir elementin parçası olmaları, temsilleri de olsa kavramsal olarak, uçmaya alışkın bedenlerin taştan imgelere dönüşmüş olması, zaman dilimleri kadar ölüm, diriliş, unutma, hatırlama gibi birçok kavramdan gelen arada kalmışlık halleri ve her ikisinin de kendi bağlamlarından koparılması halleri gibi birçok ortak dertleri ve bağlandıkları paralellikler vardı.
Bu anlamda şu an Bilsart’taki birliktelikleri çok kıymetli.
Mehmet Ali Boran: Kimi nesneler, metaforlar, canlılar ya da kavramlar, bizlere olduğundan çok daha fazla şey anlatıyor olabilir. Bu çok anlamlı ve anlatımcı ögeleri odağına alan şeylerle iş yapmak/anlatı sergilemek istemeyebiliriz. Taş, elma, ayna, mitoloji, güvercin gibi… Güvercinle de iş yaptım. Mitolojiye dair anlatı da ortaya koydum. Taş ile olan derdim gün geçtikçe büyüyor. Elma için halen cüretkâr değilim. Büyülü Ev adındaki videomda yer alan kafası koparılmış güvercinlerle ilk karşılaştığımda, bu durumla çok fazla İlgilenmemiştim. Sanat eserinin/nesnesinin bir magandanın saldırısına uğramış, sanatta şiddet ya da sansür gibi sıkça karşılaştığımız anlatılarla ilgili olabileceğini düşünerek bunu kaile almamıştım. Çünkü son 30 yıldır cereyan eden toplumsal meselelerde ve bu cereyanlardan öğrendiklerimizden hareketle, sanat eseri aynı zamanda saldırıya da açık olmalıydı.
Fakat sonraki zamanlarda başka yerlerde başka güvercinlerin aynı estetikle sistematik bir şiddete maruz kaldığını fark edince bu meseleye biraz daha eğildim. Ve gördüm ki orada bir sanat nesnesine salt bir saldırıdan çok daha fazlası var.
İnsan ilişkilerinden doğan bir şiddet. Dinler arası çatışma, iktidarın cezalandırması, mesajını ileriye doğru aktarması, bu mesajı diri tutması ve her daim kendini hissettirmesi gibi meselelerle karşılaştım. Bundan ötürü bir kuş (güvercin) üzerinden bir anlatı sergilemeye karar verdim.
Videoyu tamamladıktan sonra Hera ile e-posta aracılığıyla paylaşmıştım. Akabinde hızlı bir şekilde konuşmaya başladık. O sıralar onun da tamamlamış olduğu Ne Yerde Ne Gökte adlı videosundaki papağanın, benim güvercin ile dil, medyum, anlatı, metafor, bağlam ve göndermelerinin muazzam bir şekilde benzeşmeleri üzerine konuşmuştuk.
Ahmet Ergenç: Bu soruya cevap vermeden, önce sergiye adını veren Sevim Burak’ı analım: Yoklarla Konuşmak, Sevim Burak’ın kendi yazı politikasını anlatırken kullandığı bir ifade, şöyle: “yoklar'la konuşurum -benim için önemli olan bu boşluklar ve boşlukların kendisi (yoklar)la konuşmayı başardım-” Burak’ın bu ifadesini ben, tarihin sessizleriyle, dilin alanına giremeyenlerle ya da temsil edilmeyenlerle konuşup, minör bir konuşma tesis etme arzusu olarak okuyorum. Bir bakıma, kültürün ve tarihin “hayaletleriyle” konuşmak, resmi anlatının dışına bakmak, sessizliğin sesi olmak ya da Foucault’nun dediği gibi, sessiz bir tarihi kayda geçirmek. Hem Hera’nın hem de Mehmet Ali’nin videoları tam da bu “sessiz”e bir cümle kazandırma arzusunu yansıttığı için “yoklarla konuşmak” başlığı altında bir araya getirmek istedim. Anlatı, iki video için de kritik önemde: İki videoda da kuşların “anlatıları”nı dinliyoruz. Konuşmayan, şiddete uğramış, köklerinden edilmiş, resmi gramer aracılığıyla “dilsiz” bırakılmış iki figür, bize başka türlü bir hikâye anlatıyor: içinden tarih, temsil, kimlik, şiddet, aidiyet, köksüzleşme ve yerinden edilme gibi Türkiye için çok kritik olmaya devam mevzuların geçtiği bir hikâye. Bir de buradan (“sessizin açısından”) bakın diyerek, resmi anlatıya başka bir açı getiren hikâyeler. Mehmet Mahsum Oral sergiyle ilgili yazdığı o şiirsel yazıda şu şahane metaforu kullanmıştı: “Tarih diye kendimize mal ettiğimiz her şeyi yazmak için mürekkep hokkasına batırdığımız o tüy… O kuş, elimizden kanadını kurtardığında hangi gerçeği söylemek için başlar çırpınmaya?” “Gerçekler”i tek bir anlatıya sıkıştırmak isteyen, o “yazan el”e bir kurtuluş bu iki video da.
Her iki işin ortak derdine baktığımda “kara kamu”nun karşına minör bir okumayla çıkıyorsunuz. Onun tarihinde, ideolojisinde, iktidar anlayışında ve politikasında bir gedik açıyorsunuz. Görünmezi görünüz kılıyor, yokları konuşturuyorsunuz. Bu türden tavır ve ifade biçiminin politik ve sanatsal olarak nasıl imkânlar yarattığını düşünüyorsunuz?
HB: Bence her iki işte de yapı bozum, görünmeyen, tarih boyunca sessizleşmiş parçacıklarla yeniden tarihi inşa ederek okuma ve zamanlar arası bir iyileştirme söz konusu. Bütün bu aktive edilme halleriyle zaten kendi içerisinde bir tür direnişe ve var olma çabasına dair bir duruşları olduğunu düşünüyorum. Bu anlamda yüzyıllar boyu silinip yeniden uyarlanan tarih yazımına aykırı olarak dile geliyor ve güç dengelerinin belirlediği pozisyonlandırılma halini ters yüz edip, üstü kapatılmış temellerin ucunu yeniden bularak ayakta durmaya çabalıyorlar.
Ne Yerde Ne Gökte’de birçok güç dengesine dair katmanlar var. Özellikle papağanın Pergamon’a bir iktidar sembolü olarak, Pakistan coğrafyasından Büyük İskender tarafından hediye olarak getirilmesinden, Pergamon’un sahip olduğu kültür mirası ile beraber kolonyal tarih boyunca yerinden edilmesine, 1922’deki mübadeleye ve nihayet günümüzdeki modern kentleşmeye yenik düşerek yok edilen yapılara, birçok farklı zaman diliminden gelen ancak aynı “kökünden edilme” haline hizmet eden bir geçmişe işaret ediyor. Bu açıdan kökünden edildiği noktaya geri dönerek zamanı geri sarmaya çalışıp, taşlaşmış zaman dilimlerini aktive etmeye çabalıyor. Bu anlamda birçok zaman dilimi arasında gidip gelme hali de az önce bahsettiğim yapı bozum haliyle beraber beklenmedik aktörleri aynı düzleme taşıyarak zamansal ve döngüsel bir ortaklık sağlıyor. Filmde, kuşun yer seviyesinde ilerleyerek yavaş yavaş akropol tepesine doğru yükselmesi ve ait olduğu tepede hareket etmesi de bir nevi papağanın mozaik imgesindeki dikte edilmiş aradalık halinden kopararak, onu hapsedildiği zeminle hesaplaşmaya sokuyor ve sonra da özgürleştiriyor. Bütün bu hesaplaşma hali kendi içerisinde birçok katmanın da özgürleşmesine ve farklı görme biçimleri ile okunmasına aracılık edebilir diye düşünüyorum.
MAB: Devlet mekanizmasının klasik refleksinde hiyerarşik düzlem içinde hizalanan kimi anlatılar vardır. Bu hiyerarşik düzlemin en üst tabakalarından birinde hegemonya yer alır. Hegemonya, genellikle tarihsel bir anlatının içerisinden süzülerek, bugünlere kadar dokunulmadan, konuşulmadan üstü örtük bir şekilde sunulan hikâyeler olarak yol alır. Bunlar, zaman zaman deşildiğinde ya da hafifçe sallanmaya başladığında su kaçıran, etrafa kokular vermeye başlayan hikâyelerdir. Bazen buluntu nesnelerde, bazen sözlü tarihte ya da bir papağanın yolculuk hikâyesinde açığa çıkar.
Açığa çıkmak! Kelime itibari ile zaten bizlere başka bir gerçeği, bir karşı tarih anlatısını göstermektedir. Açığa çıkan meseleyi, bir karşı tarih anlatısını etkili bir şekilde ortaya koymanın en iyi ve en etkili yollarından biri de sanatçının, sanatın metodolojileridir.
AE: Önce bu “kara kamu” ifadesini çok yerinde bulduğumu söylemeliyim. Sanırım Ece Ayhan kullanıyordu bunu: kamusal alanı zatrurapt altına alan ve aslında kendi “kamu”sunu yaratan devlet aygıtları ve mekanizmalarını ifade etmek için. Ece Ayhan’ın bir diğer güzel lafı da “Cumhuriyet’ten Yaralı Kuşak”tır. Bu yara, tabii ki yekpare bir ulus yaratma harekâtında yaralanan, yerinden ve dilinden ve hatta hayatından edilen, hapse atılan ve sürgüne gönderilen bir kuşağı ifade ediyor. Yaradan daha da beter bir şey varsa, o da herhalde yaranın ifade edilmesine izin verilmemesidir. Karabasan gibi bir şey, bağırıyorsunuz sesiniz çıkmıyor. Yıllar önce okuduğum bir Lawrence Block polisiyesinde şöyle bir sahne vardı: bir adam ameliyat oluyor ama anestezi uzmanı tepki vermesini engelleyen ilacı yapıp, acı çekmesini engelleyen ilacı vermeyi unutuyor. Bu kurgusal bir durum muydu yoksa anestezide böyle iki farklı ilaç var mı bilmiyorum ama Türkiye tarihinde durum tam da o adamın durumudur: acı çekilir ama tepki verilemez. Edebiyat, çağdaş sanat ya da sinemada en önemli şeylerden birinin işte o adamın veremediği tepkiyi vermesini sağlamak olduğunu düşünüyorum. Bu iki video işi de hem tarihi kurtarıyor hem de -Mehmet Ali’nin işinde- tarihi onarıyor, bir dereceye kadar. Bir şeylere “ses” vermek en önemli estetik-politik hamlelerden biridir herhalde. Evet serginin adı “yoklarla konuşmak” yerine “yokları konuşturmak” da olabilirdi. Ben bu “sessizi konuşturma” hamlesinin önümüzdeki yıllarda daha da önemli olacağını ve karşı-anlatının resmi anlatı duvarını daha da aşındıracağını düşünüyorum. Duvarda ümit verici bir çatlak her zaman var ve politik işler bu çatlağı daha da genişletiyor, gün be gün.
Mehmet Ali Boran, The Magic House, Video, 2018, 6.00 dk
Hera'nın Ne Yerde Ne Gökte işinde yüzeylerle karşılaşıyoruz. Bu yüzeylerin nasıl doldurulduğunu izliyoruz. Bu açıdan düşündüğümde tarihe değil de coğrafyaya yönelen bir bakış var. Buralardaki bağlantıları bir kuş üzerinden kuş bakışı kavramaya çalışıyoruz. Bu kuş vasıtasıyla Bergama kentine ait yüzeylerden taşanların şimdi üzerindeki etkisine dair neler söylemek istersiniz?
HB: Sadece coğrafyaya yönelen bir bakışla sınırlı kaldığını düşünmüyorum açıkçası. Aksine işin aktığı süre boyunca karşımıza çıkan bütün yüzeyler kendi içerisinde bir zaman katmanına tekabül ediyor. Gerek kuşun günümüz Bergama’sında ilerlediği alanlarda, gerekse arşivsel imgelerde, her birinde kendinden öncekilerin izini arama, ya da kaba tabiriyle “görünmeyenleri” (ya da her tür zamanın kendi hayaletlerini) yanına katarak kendisiyle beraber ilerleyerek yerin hafızasını tarama hali söz konusu. Coğrafya bence bu noktada işin aracısı ve bir tür “görme aracının” kendisine dönüşüyor. Kuşun gözünden gördüğümüz kadar, coğrafyanın ya da mekânların ve taşların gözünden de kuşu izleme halindeyiz bence. Bu açıdan kendi içerisinde çok katmanlı bir görme durumu söz konusu.
Film süresince kuş ilerlediği her alanı, örneğin Asklepion’dan, eski mahallelere, köprüden, Akropol’e, adım adım ilişkilendiği her alanı aktive ediyor gibi hissediyorum. Bugünün aktığı bir zeminde hareket ederken, aynı zamanda aynı mekânın geçmişinden bir yansımayı da çağırarak zamanın akış hızına, beraberinde götürdüklerini ve bir yandan da değiştiremediklerine tanıklık ediyoruz. Kimi noktalarda zaman geçip giderken, kimi alanlarda da donup kalmış gibi. Diğer yandan mimari yüzeylerde olduğu kadar, yaşayışa dair de benzerlikleri çağırıyor... aynı çoban ve koyunları aynı köprüden yüzyıllardır geçiyormuş gibi... veya kuşun tüneme halinin, anı fotoğraflarında antik kalıntılara tüneyerek poz veren figürlerde tekrarı gibi. Kısacası zamanlar arası bir tür tarama yaparken, kaybolanlarla beraber değişmeyen durumları da bugünün kentine taşımış oluyor.
Mehmet Ali siz de Büyülü Ev adlı video işinde bir kuş figürü üzerinden yola çıkıyorsunuz. Taştan iki heykel güvercinle göz göze geliyoruz. Başı koparılarak korkunç bir şekilde şiddete uğramış iki kuş bu coğrafyaya karşı neler söylüyor? Siz bu şiddeti göstermekle kalmıyorsunuz bir iade-i itibarda da bulunuyor, koparılan başın yerine yenisini ekliyorsunuz. Neden böyle bir tavır sergileme ihtiyacı duydunuz? Bir imgeye veya sembole bütünlük sağlayarak “geçmişi kurtarmayı” mı düşündünüz? Fakat video çalışmanızda olduğu gibi her geçmişi kurtarma çabası ne yaparsak yapalım geçmişin yaralarını ve izlerini tam olarak onarmıyor.
MAB: “Geçmişi kurtarmak” güzel bir metafor. İnsani bir söylem. Fakat geçmiş kurtarılacak bir şey olmaktan çok uzakta duruyor gibi. Benim derdim birazcık şimdi ile, gelecekle. Şimdi, bugünü nasıl kurtarabiliriz? Bu, geçmişi hatırlatmakla mümkün olabilir mi? Ya da yaralarını sarmakla mı çözülecek? Geçmişi kurtarmak için elimizdeki tüm imkânları seferber etmemiz durumunda bile, her şey yine yarım yamalak kalacaktır. Ancak hatırlamayı diri tutmanın, geçmiş ile gelecek arasındaki bağları sıklaştırarak ve bununla hem bugünü/şimdiyi hem de geleceği kurtarmanın yollarını bulabiliriz.
Kespo adındaki bir Ermeni aile tarafından yaptırılmış olan bu konağın minberinin sağ ve sol tarafındaki sütunların üzerine karşılıklı bir şekilde oturtulmuş olan ve çok sonraları da kafaları koparılan taştan iki güvercinin hikâyelerine yoğunlaştım. Evet, taşın da bir hikâyesi var.
Evlerini tehcir sonrasında terk etmek zorunda kalan Ermeniler’in evlerine yeni sahiplerinin bir türlü yerleşememiş olmalarının onlarda yarattığı huzursuzluğa ve bu huzursuzluklardan ötürü yapılara gösterdikleri fiziksel şiddete yoğunlaştım. Benimkisi bireysel bir duyarlılık, bir iç burukluk. Ama asla bir jest değil.
Bir heykeltıraş arkadaşıma protez bir güvercinin kafasını sipariş verdim. Bu protezi küçücük bir hamle aracılığıyla, küçücük bir anlatı olarak ortaya koymak istedim. Ve kendimce bir iade-i itibar sağlamak adına protez kafayı başsız bırakılmış gövdeye taktım.
Bu protez hiç olmadığı kadar işe yarayarak, işlevselliğini çoğaltarak, yalnızca biyolojik olana (insana) çözüm olmaktan çıkıp taştan bir heykeli de bir anlatıcıya dönüştürerek arşivlenmesini gerçekleştirmektedir.
AE: Ben de burada küçük bir şey eklemek isterim: Sanırım Mehmet Ali’nin işindeki “geçmişi kurtarma” hamlesi, geçmişteki bir şiddeti telafi etmek değil, o şiddeti görünür kılmakla alakalı. İnsanın bir müdahaleyle başkasının yarasını sarabileceğini, geçmişi kurtarabileceğini düşünmesi zaten büyük bir böbürlenme olurdu. Bu müdahalenin ben sadece “yarayı” görünür kıldığını ve bunun da zaten yeterli olduğunu düşünüyorum.
Madem şiddetten konuşuyoruz, biraz şiddetin estetiğinden bahsetmek istiyorum. Dünya korkunç bir şekilde şiddete batmışken, sanatsal ifade yolunun nasıl bir tavır sergilemesi gerekiyor? Sanırım şiddetin kendisi zaten bir şok etkisi yaratırken bunu etkileyici bir şekilde sunmak büyük bir sorun gibi duruyor. Şöyle bir şey diyebilir miyiz: Çalışmalar şiddeti olabildiğince eksiltmeli ama orada bir şiddetin izlerinin olduğunu da duyumsatmalı?
HB: Bence bir sanat yapıtı şiddeti düz ve sıradanlaşmış bir okumayla değil, kendi içerisinde geliştirdiği ve inşa ettiği özgün bir dil ile taşıyabilir. Bu anlamda hikâye anlatımı dediğimiz şey, normal şartlarda dışa vurulması ve kelimelere dökülmesi zor ya da imkânsız meseleleri, daha farklı bir yaklaşımla hissedilebilir ve anlaşılabilir kılan bir araç bence. Şiirsel bir anlatıya sahip bir yapıt da kendi içerisinde şiddeti dışa vurabilir ya da şiddete göndermede bulunabilir. Bunun algılanması her anlamda bakan kişinin görünenin ardını iyi okuyabiliyor olmasına ve hissedebilmesine de bağlı bence. Bu açıdan şiddeti bünyesinde barındıran herhangi bir durumun, anlatının ya da hafızanın olduğu gibi gösterilmesinden ziyade, sanatçının kendisini de içine katarak içselleştirdiği ve onu bir nevi kendi içinde yeniden inşa eden bir forma dönüştürmesi fikrini daha yakın buluyorum.
MAB: Pasif direniş metoduyla yol alan sanatsal anlatıların, büyük tarih anlatıları oluşturmak adına gerçekleştirilmiş, şiddet içeren, yıkım ve yağma gibi eylemlerle sonuçlanmış muktedir anlatıları ifşa etmek için kullanabileceğimiz metotlardan biri olduğunu düşünüyorum.
Bu, özellikle sömürgesizleştirme ve bellek çalışmalarında gereken yaygın araştırma metodolojisi olmalıdır.
Şiddeti, sanatsal ifade araçlarıyla estetize etmenin nasıl olduğunu kestiremedim, bilmiyorum. Fakat şiddeti bir ifade aracı olarak kullananların kullandıkları temel metotlarının estetik ile olan bağlarının kuvvetli olduğunu, uyguladıkları şiddetin formüllerinden görebiliyorum.
Bir biyo-politika hamlesi olarak tanımlanması mümkün olan bu sergide gösterdiğimiz videomda, taştan şekillendirilmiş güvercinlerin mükemmel bir estetik ile kafalarının kırılmış (koparılmış) olduğunu görüyoruz. Bu saldırının estetik bir kırma eyleminin yanında, mesajını da her daim diri tutabilecek, ileriye doğru mesajını iletebilecek bir şiddet hamlesi olarak zekice tasarlandığını ve bu olayın münferit bir olay olmadığını, şehirdeki tüm kuşların aynı teknik ve hassasiyetle şiddete maruz kalmış olmasından anlıyoruz.
Paul Virilio videoya dair şöyle bir tanımda bulunur: “Videoda hiçbir şey gerçekleşmemektedir. Her şey geçmektedir. “Enformasyonu çok etkili bir şekilde kullanmayı beceren IŞİD bile videonun bu geçip giden ve unutulabilmeye müsait dezavantajından nasibini alıyordu. Çünkü bu gerçeklik yalnızca videoda değil “performans toplumu” diye tabir edilen günümüzde bile tecelli ediyor, yaşamın içinde de hiçbir şey gerçekleşmiyor, her şey zamanın içinde akıp giderek geride kalıyor, unutuluyor.
Arendt, “Şiddet ölçülü kullanımında da şiddettir” der. Bu tanımlamadan hareketle 10.000 yıllık tarihin suların altına gömülmesi ile taştan bir güvercinin kafasının koparılmasının, dağın maden çıkarmak için delik deşik edilmesi ile Palmira kentinin havaya uçurulmasının özünde aynı reflekslerden ortaya çıktığını ve etkilerinin aynı raddede olduğunu söyleyebiliriz. Büyülü Ev’de gösterdiğim kuşun kafası o mekânda yeni bir saldırıya uğramadığı sürece kalmaya devam edecektir. Hatırlamayı her daim diri tutmak için de kuşun kafası yerine yerleştirilirken anıt heykel formlarında olduğu gibi protezin monte edildiği gövde ile protezin birleşim yerini gözle görülebilecek şekilde görünür bıraktım. Boyunu olduğundan biraz daha uzun tutarak protez ile gövdenin renk farklılıklarını korudum. Ve karşısındaki güvercine de herhangi bir müdahalede bulunmadım.
AE: Ben bu şiddet tartışmasına Žižek’in “sistemik şiddet” dediği şeyden bakarak katılmak isterim. Žižek şöyle bir ayrım yapıyor: Dünyada “insancıl” bir bakış açısıyla her gün, her cenah “şiddet”i kınıyor ama sistemin kendisinin ürettiği görünmez, sistemik şiddetten bahseden pek yok. Bu şiddete mesela müfredata alınan zenofobik metinleri dahil edebilirsiniz ya da militarizmi ya da hamaseti körükleyen tarih anlatılarını. Şiddetin illa ki “vücut bulması” gerekmiyor, şiddet bir cümle olarak da bünyeye işleyebiliyor: Birileri bir cümleyle de yok edilebiliyor. Butler’ın şiddet üzerine düşündüğü kitabında çok önemli bir detay vardı: Resmi anlatıya ya da “normatif” insan kurgusuna bedensel ya da düşünsel anlamda sığmayanlar, “şiddetin kendisine değilse bile olasılığına maruz bırakılırlar.” Bu olasılık, bir kara gölge gibi havada asılı duruyor. Aslında Türkiye gibi şiddet-takvimi ya da şiddet-tarihçesi yoğun olan bir ülkede sistemik şiddetin vücut bulmuş halleri “müstehcen” bir biçimde sergileniyor ama şunu da hep akılda tutmak lazım bence: şiddetin temsiline girişirken aslolan şiddetin kendisini değil, şiddet mantığını göstermektir. O yaşanan şiddet olayının münferit bir vaka değil, tarihsel bir silsilenin parçası olduğunu, yani yaşananın “öznel” değil “sistemik” bir şiddet olduğunu kayda geçirebilmek. Bir anlamda şiddetin geometrisi ya da anatomisini çıkarmak. Sergideki iki işin de bunu yapabildiğini düşünüyorum.
Yoklarla Konuşmak sergi konuşmasından bir kare, (soldan sağa) Mehmet Ali Boran, Hera Büyüktaşçıyan ve Ahmet Ergenç, Bilsart İstanbul
Hera, Ne Yerde Ne Gökte adlı video işinde bir anlamda yüzeyin arkeolojisini yaptığını ifade edebiliriz. Arkeolojinin bir yüzey bilim olduğunu söyleyebiliriz. Zira bir arkeolojik kazıda katman diye ifade edilen bir zamanlar bir yüzeydir. Başka yüzeyler onun üstüne bindiği için her bir yüzeye katman adı verildiğini düşünüyorum. Bunca yüzeyi bir araya getirip bağlantılar kurmakla neyi amaçlıyorsun?
HB: Nihai bir sonucu amaçlamaktan ziyade, bana göre körleşmiş bir ucu aralayarak bir araya gelmiş bunca zamansal katmanın ve fragmanın birbirini nasıl tetikleyeceğini ve neleri su yüzüne çıkaracağını izlemek diyebilirim. Ne Yerde Ne Gökte, içeriğindeki anlatının ötesinde, benim için yeni bir ifade biçimini keşfettiğim ve tecrübe ettiğim bir alana dönüştü zamanda. Sanırım burada, senin de belirttiğin gibi kazarak çıkardığım, biriktirdiğim ve birbiriyle diyaloğa soktuğum elementlerin (ya da kısmen buluntuların) bir zamanlar ağı içerisinde bir aradalıklarından yeni bir şiirsel yapı inşa ederek dile gelmelerini istedim. Bu anlamda yerleştirme ve diğer mekâna has üretimlerimdeki yaklaşımımdan çok da farklı bulmuyorum bunca yüzeyi bir araya getirme halini. Birbirinden farklı zaman ve diyarlardan gelen katmanlardan tek bir mimari yaratmak gibi diyebiliriz.
Her iki iş için de sınır ihlalinden bahsedebilir miyiz? Sığdırılamayanların yarattığı ihlallerden. Yokluk veyahut namevcut; mevcutta, şimdide ve bellekte ne türden etkiler meydana getirerek direnç sağlıyor? Yani hayaletler sınırlara nasıl sızıyor ve tekinsiz bir ortam yaratıyor?
HB: Bence her iki iş de dünyevi güçlerin sınır ihlalinden doğan arada kalmışlık durumunu yansıtıyor. Gasp etme, kökünden etme, ele geçirme vs. gibi durumların sonucunda yerinden olup, daha sonra dünyevi olanın alanına dönerek bir görünmezlik sınırını aşarak kendini hatırlatma hali mevcut diyebiliriz. Hatta bu sınırı aşarken fiziksel dünyanın faniliğine kısmen dönerek, yarı gerçek yarı hayalet olarak bize görünüyorlar. Bir mimari elementin parçası olduklarını da hatırlarsak, yeryüzünün derinliklerinde akan geçmiş zamanla, gökyüzünde akan şimdiki zamanın da sınırında kalmış durumdalar.
MAB: Fısıltıyla. Seslerini yükseltmeden bizlere anlattıkları, hafızamızı derinleştiriyor.
AE: Bu noktada Sevim Burak’a geri dönelim: Bir yazıda Sevim Burak’ın majör dilde çıkardığı arızaların, birer hayalet gibi sahneye çıkıp majör dili (ve ideolojiyi) ürküttüğünü söylemiştim. Aslında “ürkütmek” bir şeyin “tekinsizliğini” haber vermek ya da hissettirmek demek: tekinsiz lafının orijininde yatan un-heimlich kelimesinin “ev-gibi-olmayan” anlamına geldiğini düşünürsek, birileri burada “evinde” olmadığını, evinin yıkıldığını söylemek için, evi ev yapan “duvar”lardan birer hayalet gibi içeri giriyor da diyebiliriz. Hayaletlerin çizgi filmlerde bile en belirgin özelliğidir: duvarlardan geçebilmek. Bunun iki anlamı var: hem duvarı ihlal etmek hem de duvarların o kadar “kapalı” olmadığını hissettirmek. Bence sınırdan değil, duvarlardan geçerek bir şey anlatıyor buradaki “yarı-fantastik” kuş hikâyeleri.
Son olarak her iki işi düşündüğümde Bertolt Brecht’in Üç Kuruşluk Opera adlı müzikal tiyatro oyunundaki şu sözü üşüştü zihnime: “Acıların yankılandığı bu vadideki karanlığı ve büyük soğuğu düşün.” Bazen ya da sıklıkla bulunduğumuz uzamı böyle düşünerek yeni ilişki tarzları oluşturabiliriz diye düşünüyorum. Verili dünyanın ötesine geçme teşebbüsünde bulunabiliriz.
HB: Evet. Bu da farklı görme biçimleri edinmeyi gerektiriyor. Bugüne ait bir katmana bakarken görünenin ötesindekinin de eş zamanlı olarak var olduğunun bilincinde olma hali kısacası. Böylece nostaljinin yıkıcılığından da kaçınarak her iki zamansal düzleme eşit derecede bir farkındalıkla yaklaşarak, kendimizi tarih ve şimdiki zamanın gerçekliği arasında dengede konumlandırabiliriz.
MAB: Bu meselede bir olumsuzluk ön ekiyle hareket eden biriyim. Olumsuzlamanın estetiğine eksiden başlamak gerekir. Bu da hedefinize oturttuğunuz meseleye ulaşabilmeniz için daha fazla enerji sarf etmenizi gerekli kılar.
Yaşamı, ideallerimizi, kötünün yerine iyi olanı getirebilecek şeyin ne olduğunu, sanatın gücünün nasıl işlediğini ve neye evirilebileceğini, senin soruda referans verdiğin Brecht’in epik anlatılarından hareketle bir kaçakçı ile bir sanatçının arasında geçen tartışmalara yoğunlaşan In The Middle Of The Border adlı 2014 tarihli videomda ve bu videonun devamı olarak da bir video-romanda ele almıştım.
Birikerek bugüne kadar gelmiş olan bilgi denen mefhumun üreticileri, düşünürleri, sanatçılar ve sanat insanları, sanatın oklarının yönünü genellikle iyi ve güzel olana doğru yöneltmişlerdir. Bu ok yayından fırlatıldığı andan itibaren sürtünmeye uğrar, aşınır, eğilir, bükülür. Hedefini genelde vuramaz, ıskalar. Fakat dökülmez, fakat bitmez, fakat ortadan kaybolmaz: oralarda bir yerlerde sizin gidip onu bulmanızı bekler.
AE: Brecht’in bu cümlesi bana bir Nâzım Hikmet şiirinden bir parçayı hatırlattı. Yaşamaya Dair’in bir kısmında şöyle diyor Nâzım:
Bu dünya soğuyacak,
yıldızların arasında bir yıldız,
hem de en ufacıklarından,
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani,
yani bu koskocaman dünyamız.
Bu dünya soğuyacak günün birinde,
hatta bir buz yığını
yahut ölü bir bulut gibi de değil,
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak
zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.
Şimdiden çekilecek acısı bunun…
Bu dünyanın aslında hepimizi kapsayan bir yer olduğunu düşünmek ve aslında bir gece vakti kendimizi aynı soğuk gökyüzü altında bulabileceğimizi unutmamak, dünyada yeni bir konum almamızı sağlayabilir evet. Butler’ın "ilksel yaralanabilirliği" yeni bir cemaat inşası için temel olarak önermesi gibi bir şey bu. İnsan olarak hakikaten bu büyük yeryüzünde pek bir çaresiz ve yaralanabilir varlıklarız aslında. Her şey bir yana, hepimiz günün sonunda "uyuyoruz." Tam bir "savunmasızlık" haline geçiş bu. Bu hali daha çok düşünsek belki "insan-kaynaklı" şiddetler azalabilir, azalarak yok da olabilir.
Comments