Yusuf Sevinçli’nin Fransa ve Türkiye’de çektiği siyah-beyaz analog fotoğraflarından oluşan sergisi Oculus, 27 Ocak’a dek Galerist’te devam ediyor. Ahmet Ergenç, Oculus sergisi üzerinden sanatçının bütünsel üretimini değerlendirdi
Yusuf Sevinçli, Oculus, 2014, Pigment print
Yusuf Sevinçli’nin, fotoğraflarında adlandırılamayan ya da temsil edilemeyen bir “şey”in peşinde olduğunu söylemek mümkün. Bu “şey”i, sembolik düzene dahil edilemeyen, dilin alanına sokulamayan bir Lacancı “şey” olarak görmek de mümkün.
Yusuf Sevinçli, Oculus, 2016, Pigment print
Yusuf Sevinçli bu “şey”i bir görsel anlatı kurarak değil, görsel anlatı çizgisini aniden bozan bir anı, bir yoğunlaşma anını kayda geçirerek yakalamaya çalışıyor. Sebepsiz ya da rastgele anlarda yakalanan bu poetik yoğunluk hali, siyah beyaz görüntünün yabancılaştırıcı etkisiyle daha da artıyor: Siyah-beyaz fotoğraf yoğunlaşmanın, bir görüntüyü olağan estetik rejimden çıkarıp başka bir alana taşımanın en etkili araçlarından biridir herhalde.
Yusuf Sevinçli, Oculus sergisinden, Galerist
Bahsettiğim bu yoğunluk halini kuran şeylerden biri de şiddetli bir çarpışma hissi. Sanki fotoğrafı çeken kişi o ana kadar görmeyip tam da o anda gördüğü “şey”le çarpışıyor ve ortaya bir çarpışmanın kaydı çıkıyor gibi. Bilhassa da Good Dog ve Post serilerindeki fotoğraflara bu şiddetli çarpışma hali hakim. Havlayan bir köpeğin fiziksel şiddeti, ters dönmüş böceklerin aciz şiddeti, sokakta oynayan maskeli çocukların tekinsiz şiddeti, karanlık bir manzarada yürürken arkadan görülen birinin cinai şiddeti vesaire. Bütün bu manzaralara tanımsız bir şiddet ve yoğunluk hakim. Bu tanımsızlıkları ve “hikayesizlikleri”yle de katışıksız bir “affect”e yol açıyorlar. Yani, Yusuf Sevinçli’nin fotoğrafları Barthes’ın o meşhur studium - punctum ayrımında büyük ölçüde punctum tarafında duruyor. Tarihsel, coğrafi ya da siyasi bağlamdan bağımsız olarak, bakanı “delip geçen” bir şiddetli etkinin kayıtları.
Yusuf Sevinçli, Oculus sergisinden, Galerist
Sevinçli’nin son sergisi Oculus’ta bu şiddetli, neredeyse fiziksel-somut etkinin yerini daha soyut, daha tefekküre dayalı (ya da tefekküre çağıran) bir estetik alıyor. Çarpışma anının değil, uzun uzun bakmanın, baktıkça da bakılan “şey”de (yine tanımsız bir şey) bir dünyevi-kutsal ışığı görmenin kayıtları. Serginin metnini yazan Nick Hackworth da bu sergideki işlerde Sevinçli’nin “gündelik hayatın içine gizlenmiş kutsal anların kaydını tuttuğunu” söylüyor. Doğru ama bence biraz eksik bir tanım. Bu sergideki işlerin asıl derdinin gündelik hayattaki bazı “kutsal” anları yakalamak değil, gündelik hayat kategorisini askıya almak olduğunu, deneyim denen şeyin tamamına bir “seküler büyü” bahşetmek olduğunu düşünüyorum. Yusuf Sevinçli bu sergide bir araya gelen fotoğraflarda artık gündelik hayatın içinde dolaşmıyor, kendi “territority”sini (Deleuze’ün kullandığı anlamda “territory”) kuruyor: gündelik-olağanüstü, dünyevi-kutsal, olağan-olağanüstü gibi ikili ayrımların olmadığı başka türlü bir düşünsel ve estetik territory.
Yusuf Sevinçli, Oculus, 2016, Pigment print
Sevinçli, bu territory’nin belirleyici unsuru olarak ışığı kullanıyor. İşlerin tamamına manzarayı dönüştüren bir ışık hakim. Serginin adı da zaten buradan geliyor: Mimari yapılarda kubbede yer alan, doğal ışığın içeri girmesini sağlayan yuvarlak pencere. Ben bu metaforun buradaki işlerde tersine çevrildiğini düşünüyorum: Gökten gelen bir ulvi ışık değil, şeylerden, manzaradan, insanlardan ya da hayvanlardan yükselen bir ışık var burada. Bu işler de içeriden bir yerden, bir bilinmez “zone”dan yükselen o ışığı kayda geçiriyor. Bunun en açık örneği, tek gözünü (dehşetle huşu karışımı bir his içinde) sonuna kadar açmış yukarı bakan figürde görülüyor. Ya da bir tavuskuşunun adeta kutsal bir ışık yaydığı o fotoğrafta. Ya da bir kapının (ya da pencerenin) hipnotik bir ışık yaydığı o fotoğrafta.
Yusuf Sevinçli, Oculus, 2016, Pigment print
Yusuf Sevinçli’nin bu sergideki estetiğinin Tarkovsky’yi ya da daha çok “tinsellikten arınmış Tarkosvky” diye de tanımlanan Béla Tarr’ı andırdığını söylemek mümkün (daha önceki serileriyse rastlantısal çarpışma hissiyle ve bozuk perspektifleriyle daha çok Moriyama’yı ya da Cassavetes’in “sarhoş” filmlerini andırıyordu). Béla Tarr’ın Torino Atı’nda kurduğu dünyayı düşünelim. Taşrada gündelik hayat tanımını askıya alan bir dondurulmuş zaman içinde sürekli aynı hareketleri tekrarlayan iki figürün etrafını bir belirsiz felaket atmosferi sarmalamıştır ve o iki figür korkunç rutinleriyle aslında bu felaket atmosferi karşısında bir kayıtsızlık abidesi gibi dururlar. Ve bu kayıtsızlığı öyle bir ısrarla sürdürürler ki, bir noktadan sonra insan-dışına taşarlar ve baktıkları her şeye metafizik olmayan bir ilahi his sirayet eder. Filmin ilham kaynağı olan Nietzsche’nin “human, all too human” yakınmasının dışına taşarlar. Onları izleyen kişi de hiç fark etmeden, uzun bir tefekkür yoluyla bir “şey”i, insan-dışı bir “şey”i ve bunun poetik güzelliğini hissetmeye başlar. Béla Tarr’ın bu insan-dışına taşan estetiği Yusuf Sevinçli’nin bu sergideki bazı işlerine de hakim. O hiçbir yere gitmeyen yabani yol manzarası ya da ağır çekimde esen rüzgarlarla eğilmiş gibi duran o yaşlı ağacın verdiği huşu hissi buna işaret. Ya da serginin en kuvvetli fotoğraflarından biri olan o portre fotoğrafına hakim olan o “burada olmama” hissi. Ya da tebeşir çizgilerinin bir müphem ışık küresine dönüştüğü o fotoğraf. Bu sergideki hemen her şey bir tanımsız “şey”e dönüşmüş gibi.
Yusuf Sevinçli, Oculus, 2016, Pigment print
Serginin sonunda, sergi alanının sizi götürdüğü yolun sonunda bir de karanlık oda var. Sevinçli’nin yıllardır çektiği fotoğrafların prova baskılarıyla ve çeşitli fragmanlarla doldurduğu bu oda, bir fotoğraf hayvanı olarak sanatçının mağarası olarak görülebilir: Ya da fiziksel anlamda ‘territory’si. Sergiye hakim olan daha mesafeli ve kontrollü düzenleme (Béla Tarr’ı çağrıştıran o his) burada yerini yine bir Cassavetes dağınıklığına bırakıyor ve Sevinçli’nin daha önceki serilerindeki çarpışma hissini taşıyor, sanki Sevinçli bir eşikten atladığını, bir nevi zihinsel berraklığa ulaştığını fark etmiş ve dönüp şahsi geçmişini de hatırlamak istemiş gibi. Bu iki yoğunluk halinin bir arada sunulması Yusuf Sevinçli’nin “dünyadan çıkış”ın iki yolunu bulduğunu gösteriyor. Bundan sonra iki çıkış yolunu da sürdürebilir: Ya çarpışmadan çıkan şiddetli bir yoğunluk ya da bir mesafeden bakmanın tefekkürlü yoğunluğu. Fragmanların çarpışması ya da parçaların bir bütüne doğru ilerlemesi. Tam bir serseri gibi (flanör gibi değil, sokak köpeği gibi) dolaşmak ya da bir zen üstadı gibi oturmak.
Yusuf Sevinçli, Oculus sergisinden, Galerist
Hangi yola doğru meylederse etsin, ben Yusuf Sevinçli’nin “possessed” bir fotoğrafçı olduğunu düşünüyorum. Bir “şey” onu ele geçirmiş gibi. Hem şeytani hem de kutsal olabilen bir şey. Dünyadan çıkış yollarını gösterebilen bir şey.
Comentários