Mustafa Horasan’ın insan bedeni ve doğa arasındaki mutlak ikiliği kendine has biçimde sorgularken insan, hayvan ve bitki parçacıklarını amorf formlar olarak sunduğu son dönem çalışmaları Galeri Siyah Beyaz Ankara'daki Serseri Örümcek başlıklı sergide 8 Mayıs'a dek görülebilir. Horasan ile rastlantılardan yola çıkıp katmanlı yapılar sunan resimlerini konuştuk
Mustafa Horasan
Galeri Siyah Beyaz'da 2 Nisan'da açılan Serseri Örümcek serginizin kavramsal ve formsal çerçevesinden söz eder misiniz?
Aslında kavramsal bir çerçevesi yok. Bu sergi çok açık olan bir kavram üzerinden ilerlemiyor. Bazı sergilerimde kavram üzerinden ilerliyorum. O kavramı hissettiğim zaman, düşündüğüm şey üzerinde yürümeye başlıyorum. Bunlara örnek olacaklardan bir tanesi; Yaşlılık üzerine yaptığım Londra'daki sergi. Serginin adı Vakti Gelince / The Time Comes. O sergi, tamamen kavramsal metin üzerinden, yaşlanmak, yok olmak üzerine her şeyi ile ilgilendiğim bir sergiydi. Bu Serseri Örümcek sergisi de aslında iki sene önceki yaptığım işlerin gidişatı ile ilgili bir sergi. İki senedir yaptığım bu sergideki hem sulu boyalar, hem de tuvaller genelde daha önce çizdiğim desenlerin, çizim defterimdeki notların tekrarlarının tuval ve kağıt duygusuyla, büyük boylarda vücut bulması gibi bir şey oldu. Serginin adı Serseri Örümcek ise; hem komik, hem de ironik bir isim. Bizde serserilik biraz negatif algılanan bir şeydir. Aslında burada serseri lafını biraz argo gibi kullanıyorum. Aslında, özünde, bu kelime, kızımla aramızdaki bir oyun ve bu isim oyunun başlığı. Ondan dolayı da ayrıca çok hoşuma gidiyor, kızımla aramdaki bir şeyin de sergiye dahil olmuş olma fikri. Karanlığın Uykusu sergisinde de bazı işlerini adlarını kızım Dora koymuştu. Oradan feyiz alarak böyle bir isim koydum. Ama bu isimdeki alaycılık, bir yandan işlerin içindeki boyama tekniğinin getirdiği ağır fotografik yapı, bir yandan da figürlerin kendi içerisindeki hem grotesk, hem de alaycı halleri ile olan o çelişki ve bunların bir mekanlarının olmayışı ve sadece bir yüzeyde dolaşıyor olmaları, bu sergi için yeni bir şey sanırım.
Serseri Örümcek'te, Art On İstanbul'daki Yüz Her Şeydir serginizde odaklandığınız portre ve suret konusunu biraz daha genişleterek insana, daha doğrusu beden olgusuna odaklanıyorsunuz. Son kişisel serginizden bu yana geçen süreçte portre ve beden ilişkisi arasında nasıl bir değişim söz konusu oldu?
Yüz Her Şeydir sergisini yaptığımız sıra Fırat Arapoğlu ile konuşurken, "Ben bir resme başlarken yüzden başlarım" demiştim. Yani yüzün duygusunu yakalayabildiysem eğer o resimdeki karakter orada yaşamaya başlar ve böylece artık vücudu da var olmaya başlar. Böyle bir saptama yapmıştım. Bu sergide de öyle. Açıkçası figürleri yaparken, bir elden, bir ayaktan başlamıyorum. O surattaki ifadeyi yakalamak zorundayım. Sonrasında o yüz benimle konuşmaya başladığı andan itibaren, bana cevap vermeye, duygularını anlatmaya ya da bir enerji oluşmaya başladığı zaman, resmin geri kalanına çok daha derin ilerleyebiliyorum. Resimle daha iyi kontak kurabiliyorum. Ondan dolayı yüz gerçekten sevdiğim bir konu. Bir girizgah, resmin başlangıç noktası. Sergide yer alan resimlerde de yüzlere bakıldığında aslında hepsinin ifadeleri çok güçlüdür. Kesinlikle boş bir yüz değildir. Ya alaycıdır, ya kızgındır, ya sinirlidir, ya gülüyordur. Sadece pentür anlamında bir değişim olduğunu söyleyebilirim. Aslında bunlar benim defterlerimden çıkardığım, daha önce çizdiğim figürler, kompozisyonlar. Bu kompozisyonların bazılarını yeniden ele alırken bazı bozmalar yaptım. Daha öncesinde resimde ufak kolajlar ile onları değiştirdim, kompozisyonları değiştirdim, ters düz ettim bazı resimleri. İlk defa böyle şeyleri kullandım. Bir nevi kolaj gibi. Bu resimleri yaparken kendi desenlerimin kolajları gibi düşündüm.
Mustafa Horasan, İsimsiz, 2016-2018, Kağıt üzerine mürekkep ve suluboya, 36x50 cm
Galeri Siyah Beyaz'da yer alan sergide büyük boyutlu tuvallerinizi ve suluboyalarınızı görüyoruz. Uzun zaman ve bunca medyumdan sonra neden salt pentür ve suluboya?
Açıkçası bu benim çok belirlediğim bir şey değildi. Bu sergiye heykel de koymak isteyebilirdim aslında ama üretim arasında heykel çıkmadı yani oraya doğru evrilmedi hiç yaptıklarım. Belki sonrasında evrilebilir. Açıkçası bunların heykellerini hep düşünüyorum ama bu sefer Karanlığın Uykusu'ndaki sergi biçiminde değil, buradaki figürlerimin tekrar heykele dönüşümü biçimi ile nasıl çözebilirim bunu düşünüyorum.
Tuvallerinizde insan ve doğa arasında size özgü bir yorum göze çarpıyor. Bu karşılıklı ilişkiden bahseder misiniz? Ayrıca kompozisyonlarınızda insan, hayvan, bitki ve natura hiç bir zaman birbirinden ayrı parçalar olarak görünmüyor. Realitesinden kopmuş ancak başka paydalarda birleşmiş olan bu organik formlar için bariz bir deformasyon, yapı bozumu söz konusu. Bundan söz eder misiniz?
İnsan ve doğa çok iç içe aldığım bir durum benim. İnsan ve doğa beraber akan bir süreç, kısaca insanoğluna doğanın bir parçası olduğumuzu hatırlatmaya çalışıyorum. Aslında yavaş yavaş yaşadığımız çağda beden olarak, ruh olarak, tüketim olarak doğadan çok uzaklaşmaya başladık. O kadar uzaklaştık ki yapılan yeni sitelerde yapay doğalar, yapay evler, yapay göller üretiliyor. Aslında bunlar, insan doğadan ne kadar uzaklaşırsa, ona karşı özlem duymasıyla ilgili bir şey. Aynı şekilde ben de bu şehrin içinde yaşıyorum ve bu kadar beton yığını arasında gerçekten doğayı, ağaçları, gökyüzünü, dağları özlüyorum. Kendimi orada gibi hissediyorum ve aslında bu bir şekilde de kendimi doğanın içerisinde var etme duygusu. Aslında üretirken, ben de bir parça orada olma halini tattığım için yapıyorum ve resimlerimdeki figürlerde sanki doğasız yaşayamazlar gibi. Yani tek başlarına bir anlamları yok, bedenlerinin tek başına bir anlamı yok. Bir natürün içerisinde yer almak durumundalar ve onunla bir bütünler açıkçası ve sonrasında ise o bütünden kopmanın işaretleri tüm bunlar. O bedeni, şehrin içerisine, o betonun içerisine kilitlediğin zaman, beden ve ruh gitgide ruhsuzlaşmaya başlıyor. Ondan dolayı isteğim onları bir tutmak, doğadan ayırmamak. Doğa derken, sadece ağaçlardan, dağardan bahsetmiyorum. Hayvanlar da, bitkiler de doğanın bir parçası. Yani bütün bunları, bir bütün olarak görmeye çalışıyorum, tekrar kaybettiğimiz bu bütünlüğü, bir şekilde anlatmaya çalışıyorum.
Deformasyon içinse ağaçlaşmış bir insan ya da normal bir insan çizerken, bir uzvunun genetik bir formasyona tabi tutulup, herhangi bir hayvan uzvuyla karışmış olması. Onun birlikte olma halleri. Yani bu kopuşun tekrar geri çağırma isteği. Ondan dolayı da ayrımcı davranmamaya çalışıyorum. Ama burada zamanla fantastik bir dünyaya doğru işaretler çıkıyor. Aslında istediğim şey çok fantazya değil, grotesk olan bir şeyin peşinde yapmıyorum bunları. Bir insanla hayvanı genetik olarak karıştırdığın zaman otomatikman bizim görsel hafızamızda başka bir yere işaret ediyor. Fakat benim bunları yapış sebeplerimden birisi, onları bir bütün olarak görme isteği.
Mustafa Horasan, İsimsiz, 2016-2018, Kağıt üzerine mürekkep ve suluboya, 36x50 cm
Buradan yola çıkıp plastik geleneğinize ve yapıtlarınıza bakıldığında, siz neredeyse bir zanaat ustası gibi tuvaldeki her detayı ince ince işliyorsunuz. Aslında reel olmayan bu figürleri daha az işleyerek grotesk bir formda da bırakabilirdiniz. Ancak siz yarı amorf formları detaylıca biçimlendirmeyi tercih ediyorsunuz. Bunun ardından yatan sebep nedir?
Aslında belki de onları daha yaşar kılmak, inandırıcı olmalarını sağlamak. Yani daha çok karikatür gibi, amorf gibi gözüken bu figürleri, bu insan, bitki ve doğa parçacıklarını bu kadar gerçekmiş gibi çalışmak, bana sanki gerçekten yaşıyorlarmış gibi hissettiriyor. Bu işlerde, onları bu kadar detaylandırmak, ışıkları görmek, üzerlerindeki, gözlerindeki parlaklığı görmek onları daha da yaşar kılıyor. Yani seyirci ile karşı karşıya geldikleri zaman sanki var olmuş duygusu çok yoğun. İnandırıcılık duygusunda ve onların kendi psikolojilerini, kendi ruh hallerini anlatmada çok yardımcı oluyor bu durum.
Mustafa Horasan, Serseri Örümcek sergisinden
Peki, resimlerde görülen bu insanlar kimler? Anonim karakterler olarak gündelik hayatımızda karşımıza çıkan sokakta gördüğümüz dikkatimizi çeken kişiler de olabilir mi?
Açıkçası portre yapan, yüz yapan bir ressam her zaman sokaktaki farklı insanları sürekli inceler ya da ben öyle yapıyorum. En sevdiğim şeylerden biri vapurda giderken çok enteresan bir insana uzunca bakıp, onun hayatı ve yüzü hakkında hikayeler kurmak. Aslında o sırada bir oyun yazıyorum onlarla ilgili. Bu oyun / inceleme sırasında yüzleri belleğimde tutuyorum. Bazen de atölyeme sıkça gelen arkadaşlarımı, sıkça gördüğüm insanları da istemeden resmettiğim olabiliyor. Galiba biraz yüz biriktiriyorum, açıkçası cebime atıyorum onları. Çizeceğim zaman ise o vapurdaki adam, kadın ya da çocuk veyahut pasajın önünde gördüğüm dövmeli, küpeli, sakal tıraşı ilginç olan bir karakteri hafızaya atıyorum. Çizim esnasında ise öyle bir tip çizmek isteğimde belleğimden yeniden geri çağırıyorum ve o karaktere yaklaşmaya çalışıyorum. Bunu bilinçli bir şekilde hafızama atıp yapmıyorum aslında. Otomatik olarak böyle bir refleks var. Hatta bazı insanları görünce direk portresini çizmek istiyorum ya da bazen insanlara bana poz verir misin, durur musun diye teklif de ediyorum. Çünkü o yüzün içerisindeki başka bir ruhu keşfettiğim an, onu çizme isteğim uyanıyor. Benim için portre, resmin merkezinde olan değerli bir şey olduğu için yüz biriktiriyorum.
Tuvallerde yer alan tipografilere dönersek, bu cümleleri nasıl belirliyorsunuz?
Aslında eskiden beri tipografi kullanıyordum. Grafik temelli olduğum için kelimeleri seviyorum, başlıklar yapmayı seviyorum, afiş yapmayı seviyorum. Hala grafikle ilgili bir öğretim görevlisi olduğum için, grafik temelli işlerle ilgiliyim. Grafiğe bakmayı seviyorum, beslendiğim bir alan. Aslında grafik ilk başlarda benim için, başkaları için tu, kakaydı. Resimlerin içerisinde grafik olması son derece tehlikeliydi. Bugün ise resim kelimeyi istiyor. Kelimelerin tamamı çok anlamlı olmasa da biraz alaycı tarafları var. Bir parça karikatür dünyasına da işaret ediyor. Figür kendini yeterince anlatamıyormuş da, içinden bir ses çıkacakmış ve o sesin orada yer alması gerekiyormuş gibi. Hem leke olarak, hem de çığlık olarak. Bu cümleler için çok da uzun düşünmüyorum açıkçası. Resmin söylemek istediği bir şey varsa ve bana fısıldıyorsa oraya yazıyorum. Resmin içeriğine göre fontu da değişebiliyor. Hepimizin beğendiği, beğenmediği fontlar var sonuçta. Sevdiğimiz, beğenmediğimiz, bizim karakterimizi yansıtan fontlar var, o fontlar da oradaki resmin ruhuna göre işlenen fontlar.
Peki form olarak, kağıt ve tuval arasında üretirken neyi baz alıyorsunuz? Kağıt ve tuval arasında sizce nasıl bir fark var?
Kağıt çok anlık bir şey, süreli. Kağıda başladığım zaman bir, iki saat kadar kağıtta çalışabilirim, ondan sonra bırakırım, tekrar devam ederim. Ama kağıt çok katman katman bir şey değil. Tuvallerdeyse öyle değil. Tuval daha zamana yayılan bir şey, belki bir, iki ay. Kağıtlarda spontane çalışabiliyorum. Kağıt, tamamen kendimi bırakıp, orada kaybolmak gibi bir şey. Tuval de ise zıttı bir durum söz konusu, biraz kendini bulmak gibi. Yani tuvalde yollarım biraz daha belli. Tabi ki rastlantılar her zaman var. Resim yaparken her zaman rastlantılara, yol kazalarına, bir takım belirsizliklere açıksın ki bunlar çok önemli ve güzel şeyler benim için. Bazen yüzeyi simsiyah boyadığım zaman, geri gelmeyecek diye korkularım, endişelerim oluyor. Nasıl çözeceğim diye düşünüyorum. Eskiden de bir yöntemim vardı. Resmi bitirdikten sonra üzerine vernik döker, tüm yüzeyi kapatırdım. Sonrasında ise deli gibi açmaya çalışırdım. Vernik çok hızlı kuruduğu zaman da açılmayacak diye korkardım. Bu benim için heyecan verici bir şeydi, bir yandan kendi yaptığımı bozup, tekrar kendimi orada yoklamak ve orada tekrar biraz kendimi bulmak. Orada bir şeyin kaybolduğunu görüyorsun. Onu tekrar var etmeye çalışıyorsun. Bazen ediyorsun, bazen edemiyorsun. Çok didaktik bir yöntemle çalıştığımı söyleyemem açıkçası. Çünkü bu yöntem çok riskli ama bir o kadar da heyecan verici.
Mustafa Horasan, Serseri Örümcek sergisinden
Eserlerinizde sosyolojik bir izleme de yapabilir miyiz? Toplumsal yapıdan, kültürel değerlerden ve politik söylemlerden etkileniyor musunuz?
Kesinlikle etkileniyorum! Ama bunun yüzeye çıkması için zamana ihtiyaç duyuyorum. Her zaman çok anlık olarak yüzeye çıkmıyor. Olayların benim için biraz dinlenmesi, tortulanması gerekiyor. Mesela bir dönem Türkiye’de Hizbullah vardı ve çok korkunç hikayeler duyuyorduk. Kuyulara insanları atmak gibi, kelle kesmeleri gibi. Televizyonda acı acı sürekli bunları görüyorduk. Duyulan ve konuşulan konularla ilgili üçlü bir seri yapmıştım. İstila sergisi Irak'ta olanlar ve Alman Savaşı ile ilgiliydi. Aslında bir dönem kum ve teknolojinin olduğu bir savaşı anlatan bu olaylardan çok etkilendim. Yaşanan savaşın bize sadece fotoğrafları ulaşıyordu ve biz bu fotoğraflar üzerinden yavaş yavaş duygularımızı kaybetmeye başlamıştık. Televizyonda Irak’ın nasıl bombalandığını görüyorduk. Sadece uçağın tepeden bir kamera ile gösterdiği görüntüden bombanın patlayışını izlerken bir yanda biramızı, bir yanda çayımızı içip bunları seyrediyorduk. Aslında bize ulaşan görseller bizi o kadar çok olağanlaştırıyor ki savaş, mülteciler ve akla gelecek tüm sosyal olaylar hakkında onu kırmaya çalışmıştım. Mesela iki sene önce bir sempozyumda mülteciler ile ilgili bir iş yapmıştım. Bir botu buğday ile kaplamıştım tamamen. Bütün sanatçı arkadaşlarım botun üstüne buğday attılar, botun üstünde yapışkan bir malzeme vardı ve botu tamamen buğdayla kapladık. Aslında oradaki bot hayatta kalmaydı, ölümle ilgiliydi. İnsanların gelecek arama duygularıydı. Buğday ise yaşam demekti benim için. Bu gördüğümüz bot sadece bir bot değildi. Aslında bizim için eskiden bakıldığında bot güzel bir şeydi. Denizde eğlendiğimiz, keyif aldığımız, bir yerden bir yere yüzdüğümüz vs. Fakat artık imgesi o kadar çok değişti ki... Geçen yıllarda İzmir'e gittiğimiz zaman herkes o botlardan satıyordu, cankurtaran yelekleri satıyordu. Bu kadar normalleşmişti... İnsanlar botlara baktığı zaman hiçbir şey hissetmiyor. Yani savaş görüntülerinin bize ulaşması gibi. Botun içerisinde, gecenin bir saatinde, soğukta, çocuğu ile karşıya geçmeye çalışan, bot devrildiği için hayatını kaybeden insanların acılarını duyduğun zaman, orada mülteciler için satılan bir botun aslında bizi de ne kadar dramatik yaptığını görüyorsun.
Mustafa Horasan
2014 yılında Pi Artworks'te izlediğimiz Karanlığın Uykusu serginizde birçok malzemenin birleşimiyle ortaya çıkan kolajdan portre heykelleriniz ile iki boyutlu çalışmalarınızı izledik. Sonrasında Art On İstanbul'da Yüz Her Şeydir serginizde tipografik imgelerin yer aldığı pentürleriniz ve organik, rastlantısal fırça darbelerinin olduğu suretleri gördük. Son olarak dört yıllık değişim içinde, heykelden kolaja, desenden resme geniş bir yelpazede izlediğimiz eserleriniz için son yüzleşmeniz ise beden. Pratiğinizin geçirdiği dönüşüm ve değişimden söz eder misiniz?
Bunu ben de gözlemliyorum açıkçası. Öğreten olduğum kadar, kendimin de gözlemcisiyim. Üretmeyi bir refleks olarak, yaşam biçimi olarak görüyorum. Üreten bir sanatçı olarak sürekli geride kalan üretimlerimi, sebeplerini, amaçlarını, onların psikolojik ve sosyolojik yapılarını deşifre ederek geçirmiyorum tabii. Karşıma çıktığında kendi kendime, zaman zaman röportaj ve konuşmalarda biraz daha düşünüyorum, bu süreçler biraz sezgisel ilerliyor. Ben aslında biriktirerek çalışıyorum. İki yıl sonra yapacağım işleri şimdiden biriktirmeye başlıyorum, ruh olarak, kitap olarak, desen olarak, fotoğraf olarak. Biriktirdiklerim bir araya geldiği zaman zaten bir şey olmak istiyorlar, bir beden olmak istiyorlar. Sergi süreçleri biraz böyle ilerliyor. Onun için bir şey tahmin ederek şunun peşinden gidiyorum ve artık bunu yapacağım demem mümkün değil. Burada birazcık deneyimlerime güveniyorum. Bir parça geçmişte yaptığım işlerin kendi enerjisine güvenerek serbest bir şekilde yüzmek istiyorum. Ondan dolayı çok fazla şunu yapacağım, bunu yapacağım gibi bir temennim yok. Bu sanat piyasası için riskli bir şey onu biliyorum. Çünkü bizde, sanatçı hala belli bir kalıbın içerisinde olsun isteniyor. Belli bir üretim bandının dışına çıkması onun için tehlikeli, istikrar adı altında buna iyi bakılmıyor, ticari olarak da iyi bakılmıyor. Çünkü tek tip ya da benzer işler yapan sanatçıyı pazarlamak çok daha kolay. Farklı işler yapan sanatçıyı anlatmak, piyasanın işine çok da fazla gelmiyor açıkçası. Ama dünyada ve Türkiye'de de farklı işler yapan sanatçılar var. Mesele sanatçının işlerini formülize etmemek. Yani bir biçime getirmemek. Bir sanatçı söyle çalışıyor, bir sanatçı böyle yapar gibi bir metot yok. Her sanatçı kendi metodunu kendi oluşturur. Sadece onun metodunu ve üretimini bir parça hissedersen onun dünyasını anlayabilirsin. Ama bizde bir sanatçının dünyasını anlamak demek, sadece yüzeysel olarak imajına bakmak demek. Yani daha derin bir duyguya inmek demek değil. İmajına bakarak sanatçının ne yaptığı anlaşılmaya çalışılıyor. Ben şimdi fotoğraf çekince sanki tamamen kendimden uzaklaşmışım gibi bir algı ortaya çıkıyor. Böyle bir algı yok aslında, sen fotoğraf çekerken de sensin. Sanatçı olarak senin başka derinliklerinde, başka şeyler de olabilir. Farklı şeyler denemek de isteyebilirsin, aslında saçmalamak bile bir sanatçının en doğal hakkıdır. Üretim çeşitliliği içinde buna kendini bulmak değil de, kendini kaybetmek diyebilirim. Yani kendimiz neyiz ki bulacağız, bulduğun zaman başka biri olacaksın zaten. Onun için kendini bulmak deyimi belli bir yere odaklanmış, belli bir şeyin peşinden giden sanatçıyı işaretliyor. Ben aslında kaybolmayı, aklımın karışmasını tercih ederim.
Comments