İstanbul’un boşluk, yalnızlık, tekinsizlik ve eğretiliklerle bezeli topoğrafyasından sosyo-politik hareketliliklerine, son on yılda iyice belirginleşen göç meselesinden öteki olarak etiketlenmeden yaşayabilmek için İstanbul’a sığınan gençlere, Türkiye’de son yıllarda sayıları katlanarak artan mega projelerden biri olan Kanal İstanbul projesinden kenti kişisel bir etkileşim alanı olarak yorumlama pratiğine ve kentin olağanüstü ama bir o kadar da olağan tuhaflıklarına dek uzanan Zamane İstanbulları sergisi, Serdar Darendeliler ve Refik Akyüz küratörlüğünde, Pera Müzesi’nde, Silva Bingaz, Osman Bozkurt, Ci Demi, Kıvılcım S. Güngörün, Ekin Özbiçer, Emin Özmen, Ahmet Sel, Ali Taptık, Kerem Uzel, Erdem Varol ve Cansu Yıldıran’ın fotoğraflarını bir araya getirdi
Röportaj: Murat Alat
Fotoğraf: Berk Kır
Refik Akyüz ve Serdar Darendeliler, Fotoğraf: Berk Kır
Serginin hazırlık sürecinden bu söyleşiye başlamanın yerinde olacağını düşünüyorum. Merak ettiğim ilk şey sergiyi kurgularken nasıl bir strateji uyguladığınız. Önce işler mi ilginizi bu konuya çekti yoksa konu önceden zihninizde oluşup karşılığını bir araştırma sürecinde mi buldu?
Refik Akyüz: İstanbul, bu kentte yaşayan birçok sanatçı ve sanat profesyoneli gibi bizi de her zaman besleyen, üzerine düşündüren bir varlık. Daha önce de Mahalle ve Jeune Découverte Photo gibi İstanbul’a odaklanan ama daha küçük ölçekli çeşitli projeler yapmıştık. Pera Müzesi’nde bir sergi yapma olasılığı konuşulmaya başlandığından itibaren ise asıl motivasyonumuz, İstanbul’un son yıllarda hızına yetişilemeyecek bir şekilde ve çoğunlukla içinde yaşayanların fikirleri alınmadan değişip dönüştüğü ama buna rağmen yine de özüne dair bazı şeyleri halen devam ettirebildiği hem kentin hem de daha geniş bir coğrafyanın kimliğini de derinden etkileyecek Kanal İstanbul gibi olası projelerin henüz gerçekleşmediği bir dönem içerisinde olmasıydı. Yani bir yol ayrımının hemen öncesindeyken kentin bugününe dair bir saptama ve im bırakma isteği duyduk.
Araştırma sürecine ilk olarak İstanbul’un meseleleri, kucak açtıkları veya hissettirdikleri üzerine yakın tarihli işleri olduğunu bildiğimiz sanatçılarla başladık; bir yandan da daha önceki işlerini bildiğimiz, yaklaşımlarını beğendiğimiz ama şu an İstanbul üzerine herhangi bir iş yapıp yapmadığını bilmediğimiz sanatçılarla görüşmeler yaptık. Araştırdıkça, sanatçıların işlerini gördükçe ve kente dair okumalar yaptıkça paralel olarak sergide yer alabilecek alt başlıklar ve temalar da şekillenmeye başladı. Soruya dönersek kimi zaman işlerden yola çıkarak bazı temalar oluştu, kimi zaman da temalardan yola çıkarak onlara uygun işler araştırdık. Yani iki yaklaşımın belli ölçülerde birlikte gerçekleştiğini söyleyebiliriz.
Burada şunu da ilave etmek gerekir. İstanbul’da, aslında tüm Türkiye’de olduğu gibi, özellikle son 20-25 yılda gerçekleşen ve giderek ivmelenen bir değişimden ve bunun bugüne yansımalarından söz ediyoruz sıklıkla. Bu aynı zamanda Türkiye’de üretim ve paylaşım yöntemleri açısından farklılaşan bir fotoğrafçı kuşağının gelişmesiyle de örtüşüyor. Bu nedenle sergide, bir yandan günümüz İstanbul’una dair bir saptama yapmaya çalışırken bir yandan da farklı kuşaklardan sanatçıların işlerine yer vererek bugünün fotoğrafçı çeşitliliğini ve fotoğraf üretimindeki yaklaşımlarda meydana gelen değişimi de göstermek istedik.
Kıvılcım S. Güngörün, Imstantobul serisinden, 2016-2020
Her ne kadar küratörlük yapmasam da bir sergi kurmanın bir metin kurmaya yer yer benzediğini düşünüyorum. Sergilerdeki işler bir cümlenin öğeleri gibi birbirlerini tamamlar ama bir yandan da farklı işlevleri yerine getirirler. Zamane İstanbulları sergisi özelinde seçtiğiniz sanatçıların ve işlerin hangi fonksiyonları karşıladıklarını özetleyebilir misiniz?
kâğıt üzerinde şekillenmeye başladıkça doğal olarak belli başlı temalar öne çıkmaya başladı. Bu temalar yan yana geldiğinde, birbirleriyle kesiştiğinde veya birbirlerine teğet geçtiğinde, İstanbul’un bugününe dair bir anlatı da oluşmaya başladı. Aslında senin de dediğin gibi bir metin kurmaya benziyor çoğunlukla sergi yapmak. Özellikle de kalabalık bir sanatçı listesi varsa, üstelik bu sanatçılardan birer ikişer eser değil bütün bir seri sergiye dahil oluyorsa bunların yan yana geldiğinde hem içerik hem de sergileme biçimleri bakımından anlamlı bir akış içerisinde olmaları, birbirleriyle konuşmaları gerekiyor. Zamane İstanbulları özelinde bunu belki şöyle özetleyebiliriz: Daha genel bir çerçeve çizmek adına öncelikle kent sokaklarında gerçekleşen toplumsal olaylar (Emin Özmen); kentin ekolojisini, sosyolojik yapısını, ekonomisini ve coğrafyasını değiştirmesi kuvvetle muhtemel Kanal İstanbul projesi (Kerem Uzel); genelde organik bir şekilde dönüşmeyen kent peyzajı ve topoğrafyasına (Ali Taptık ve Osman Bozkurt) ilişkin işler gibi herkesin daha rahat ilişkilenebileceği, az çok bilgi sahibi olduğu, görece daha “nesnel” ve sorunlara odaklanan konuları ele alan işlerle bir başlangıç yapıyoruz. Daha sonra çeşitli nedenlerle ülkelerinden ayrılmak zorunda kalmış göçmenler (Ahmet Sel) ve istedikleri gibi yaşayabilmek, kendileri olabilmek için İstanbul’a sığınan Y kuşağı üyeleri (Cansu Yıldıran) gibi kentin kucak açtığı ve çoğunlukla da ötekileştirilmeye müsait bireyleri konu alan işlerle devam ediyoruz. Bu noktadan sonra kentle kişisel düzeyde ilişki kurma pratiklerine dair işlere (Silva Bingaz ve Kıvılcım S. Güngörün) geçiş yapıyoruz; bu işlerle birlikte “nesnel” veriler giderek azalıp “öznel” olanlar öne çıktığı için izleyicinin yorumlamaları ve hayal gücü de devreye girmeye başlıyor. Son olarak da yine aynı izlekten beslenen ama bu kez kentin olağanüstü olağan hallerine dair ve herkesin kendi gündelik pratiklerinden izler bulabileceği işlerle (Erdem Varol, Ci Demi ve Ekin Özbiçer) noktayı koyuyoruz. Yani izleyiciyi genel çerçeveyle karşılayıp yavaş yavaş özele inen ve sonunda yine bir şekilde genele evrilen bir anlatı mevcut sergide.
Erdem Varol, Rastgele İstanbul serisinden, 2017-2022, Sanatçının izniyle
İstanbul’la ilgili sergi yapmayı geçtik konuşmanın bile her virajda oryantalizme düşme tehlikesi var. Biz İstanbullular sık sık kendimizi İstanbul’u mistikleştiren oryantalist bir söylemin özneleri olarak bulabiliyoruz. Özellikle sergideki çalışmalardan Ekin Özbiçer’in fotoğraflarının üst başlığının da “oto-oryantalizim” oluşu sizin de bir noktada böyle bir sorunla yüzleştiğiniz izlenimi bırakıyor. Küratörler olarak oryantalizmle muhabbetiniz nasıl oldu?
Refik Akyüz: Zamane İstanbulları’nı kurgularken doğrudan oryantalizm mevzuyla ilgili çok fazla konuşmadık açıkçası. Ekin’in Oto-oryantalizm işinde geçen oryantalizm kelimesi, aslında Edward Said’in konu edindiği anlamda kullanılmıyor. Çok yakından bildiğin bir mekânda zamanla oluşan değişimin sonucunda hissettiğin yabancılaşmayı ve bu durumu anlamlandırma çabasını anlatıyor. Aslında bu çaba, fotoğrafçıların yaşadıkları alanları fotoğraflarken taze, farklı bir bakış açısı geliştirebilme yetisini de anlatan da bir durum ve çok sıra dışı bir şey de değil. Bu taze bakış açısı olmadan alıştığınız bir yerdeki detayları görmeniz çoğu zaman mümkün olmayabilir, buradaki “oto-oryantalizm” vurgusu da hem o yeri bilmeyi hem de oraya dışarıdan bakabilmeyi temsil ediyor. Örneğin, Erdem Varol’un fotoğraflarına ilk baktığınızda da Batılı bir fotoğrafçının gözünden oryantalist bir bakış olarak yorumlayabilirsiniz ama bu şehre tamamen yabancı birinin bu kadar detayı fark etmesi, ayıklaması ve işlerine konu edinmesi pek de mümkün değil. Burada bir yabancının bakışından daha ziyade orayı iyi bilen ama belli ölçüde duygusal mesafesini koruyabilen yerel bir fotoğrafçının bakışından söz edebiliriz. Belki bu noktada İstanbul’da hızla yaşanan kültürel değişimin yarattığı aidiyetsizlikten ve bu yabancılaşmayla bildiğiniz bir yerin sizden uzaklaşmasından bahsedilebiliriz ki bu durum sergideki işlerin pek çoğunda gözlemlenebiliyor. Neticede bunun diğer ucunda nostaljiye saplanmak gibi başka bir kavram yer alıyor ki sergideki işlerin bundan uzak durduğu da söylenebilir.
Ekin Özbiçer, Oto-oryantalizm serisinden, 2014-2022, Sanatçının izniyle
Gerek sergi için hazırlanan kitapta gerekse de sergideki fotoğraflarda hayatın akışındaki aksaklıklar, sapmalar, tesadüfler sık sık kendine yer buluyor. Benim merak ettiğim husus bu tarz beklenmedik olaylar İstanbul’un kimliğinin bir parçası mı yoksa sanatın kendini en rahat gösterebileceği alanlar mı?
Refik Akyüz: Bu tip tesadüfler, aksaklıklar, sapmalar en çok Ci Demi, Ekin Özbiçer ve Erdem Varol’un fotoğraflarında görülüyor. Kente benzer bir açıdan yaklaşmalarına rağmen üçünün de bunu ifade etmekte kullandıkları dil birbirinden çok farklı. Güncel fotoğrafta bunlara benzer “tuhaflıklar”ın altını çizmek oldukça yaygın ama İstanbul zaten sahip olduğu çeşitli katmanlarla, yani senin de dediğin gibi kimliğinin bir parçası olarak bu tip görsel olanakları doğal olarak sunuyor fotoğrafçılara. Bu tuhaflıkları ne şekilde saptayıp göstereceğini belirlemek ise sanatçıdan sanatçıya değişen bir seçim. Yukarıda ismini saydığım sanatçıların işlerinde gördüğümüz köklerini sokak fotoğrafçılığı da denilen janrdan alan- yaklaşım, bunun en rahat yapılabileceği seçimlerden biri olabilir. Yani yine sorundaki iki önerme de belirli ölçülerde geçerli diyebilirim.
Silva Bingaz, Diplerdeki Dönüştürücü Ruh serisinden, 2012-2022, Sanatçının izniyle
Araştırma sürecinizin sonunda İstanbul’dan nasıl bir tortu kaldı zihninizde?
Refik Akyüz: İstanbul çok farklı yüzleri olan bir şehir. Sergiye yönelik çalışmaların ardından en çok bu farklılıkların bir arada olabilme olasılığı kaldı herhalde zihnimizde. Bu farklılıklar hem yapılı mekânların çeşitliğinden hem de esas olarak kentteki insan çeşitliliği ve zenginliğinden kaynaklanıyor. Sergide en dikkat çekici olanlar da belki insanlar, bıraktıkları izler ve bunların yarattığı hikâyeler… İstanbul’un yaşadığı değişim ve İstanbul’a dair bazı planlar bu kentte yaşayan insanlar gözetilmeden yürütülmeye çalışılıyor. Böyle giderse yakın bir gelecekte daha tekdüze ve sürprizsiz bir şehir bekliyor olabilir bizi.
Pera Müzesi Zamane İstanbulluları sergisinden yerleştirme görüntüsü, Pera Müzesi’nin izniyle, 2023
Sergide farklı sunum teknikleri kullanmışsınız. Buradan yola çıkıp farklı tekniklerin farklı sanatçılar özelinde ne gibi farklar yarattıklarını merak ediyorum. Kimi fotoğrafları projektörden gösterirken kimi fotoğrafları duvar kâğıdı yapmak gibi bir nebze radikal sayılabilecek kararları nasıl aldınız?
Serdar Darendeliler: Fotoğraf, sunum teknikleri açısından çok geniş bir yelpazeye sahip bir mecra. Çoğu zaman da eğer gerekliyse ve yeni bir anlam katmanı getirecekse, aynı işin farklı zamanlarda yeni sunum teknikleriyle gösterilmesi olasılığı da mevcut. Zamane İstanbulları’nı kurgularken izleyiciye mümkün olduğunca -radikal diyebilir miyiz emin değilim ama- farklı olasılıkları da sunabilmek istedik. Çünkü sergi bir yandan İstanbul’un bugününe bakarken bir yandan da bugünün İstanbullu fotoğrafçı çeşitliliğine dair bir saptama yapmayı da arzuluyor Refik’in söylediği gibi. Durum böyle olunca da işlerinde farklı sunum tekniklerini kullanan isimler de bir araya gelmiş oluyor. Aynı zamanda Pera Müzesi’nde bugüne kadar açılan fotoğraf sergilerinde genelde daha klasik sergileme biçimleri yeğlendiğinden, bunu biraz kıracak ufak dokunuşlar yapmayı ve var olan olasılıklardan kimilerini gösterebilmeyi istedik. Aslında Zamane İstanbulları, 11 küçük sergicikten oluşan bir üst sergi gibi. Tıpkı içinde aynı anda birçok İstanbul’u barındıran İstanbul gibi. Sergideki her işin -içeriği ve anlatısıyla bağlantılı olarak- mekâna yerleşme ve mekânı kullanma biçimi var. Bu işler yani küçük sergicikler yan yana geldiklerinde de anlamlı bir bütünlük oluşturacak şekilde tasarlandılar. Yani hem kendi içlerinde bir tutarlılık söz konusu hem de serginin bütünü içerisinde diğer işlerle kurdukları diyalog göz önünde bulunduruldu. Sergileme farklılıklarının bir nedeni de bu kadar fazla eser gösterilen bir sergide izleyiciyi yormayacak, arada onları rahatlatacak, serginin gezilmesini ve hazmedilmesini kolaylaştıracak alternatifleri bir araya getirebilmekti. Ama tekrar altını çizmek gerekirse, sunum tekniklerini belirlerken en önemli kriterimiz işlerin içerikleriyle bağlantılı olmalarıydı.
Comments