Zeyno Pekünlü’nün İş başlıklı sergisi, Sanatorium’da 28 Şubat-7 Nisan 2019 arasında gerçekleşti. Sanatçıyla son sergisinden yola çıkarak pratiği ve ilham kaynakları üzerine konuştuk
Zeyno Pekünlü, Fotoğraf: Sıtkı Kösemen
Absürt ve mizah dokunuşlu, feminist ve politik eleştiri içeren kolaj video çalışmalarınızla tanınıyorsunuz. Videolarınız aktivist sanat çerçevesinde tanımlanabiliyor. Siz bu yaklaşımı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben çalışmalarımı özellikle aktivist sanat olarak tanımlamıyorum, ancak pek çoğumuz gibi gündelik ve toplumsal hayatta dikkatimi çeken, bana dokunan, öfkelendiren ya da absürt gelen durumlar üzerine düşünüyorum ve harekete geçiyorum. Harekete geçmek olarak tanımladığım durumların hepsi sanat üretimine dönüşmüyor elbette ama kaçınılmaz olarak üretimimin içine sızıyor. Diğer yandan, siyaset alanındaki angajmanlarımın hiçbirini aslında sanat üretimimin içinde direkt olarak temsil etmiyorum. Daha çok fikren ilişki halinde oluyorlar diyebilirim.
Akademik eğitiminiz resim. Medyum olarak videoyu tercih etmenizin nedenleri nelerdir?
Video işlerim sayıca çok olsa da yalnızca video ile çalışmıyorum. Zaman içerisinde gerçekleştirmek istediğim çalışmalar ya da projeler kendilerine en uygun medyumu kendileri dayatıyorlar. Bu kimi zaman video, kimi zaman ise fotoğraf, poster, bulunmuş kopya kağıtları veya kağıt üzerine basılmış kelimeler olabiliyor.
Elbette ilgi alanlarımın ve beslendiğim kaynakların da bu konuda bir etkisi olduğunu söyleyebilirim. Sinema ve edebiyat her zaman hayatımda önemli bir yere sahip oldu. Bu da sanat üretimimde sıklıkla hareketli görüntüye, yazıya ve de kelimeye yönelmeme sebep oluyor. Öte yandan popüler kültür alanından beslendiğim için popüler filmler, çok izlenen Youtube videoları, Youtuber’lar gibi konular hakkında araştırma yaparken, kendimi onların kullandığı medyumları tekrar ederken buluyorum.
Videolarınızda buluntu görüntülerden faydalanıyorsunuz. Kurgulanmış görüntünün yeniden kurgulanması ve kolaj teknikleriyle siyaset ve cinsel rollere dair temaları öne çıkararak görünür ve algılanır kılıyorsunuz. Çalışmalarınızda çıplak gözle fark edilemeyen birçok detay yer alıyor. Bu görseller üzerinde nasıl çalıştığınızdan bahsedebilir misiniz?
Gündelik hayatta sık karşılaştığımız için kanıksadığımız, çok da üzerinde durmadığımız imajlar, metinler, söylemler aslında toplumda ve özel hayatımızdaki eşitsizliklerin, ayrımcılıkların en önemli taşıyıcıları olabiliyor. Gülüp geçtiğimiz bir melodram ya da “Of ne aptalca,” dediğimiz bir YouTube fenomeni videosu, dünyayı algılama biçimimizde ya da cinsiyet rollerinin inşasında sandığımızdan daha fazla öneme sahip olabiliyor.
Bulunmuş görüntü, metin ya da nesnelerle çalışmak, onları yeniden düzenleyerek izleyicinin karşısına koymak bu kanıksamayı anlık olarak yıkarak, altında gizlenen söylemleri daha iyi algılamamızı sağlayabiliyor. Yine malzemenin bulunmuş olması bence işin didaktik olmasının da önüne geçiyor. Siz yeniden kurgulayarak, yeniden düzenleyerek bunu izleyicinin önüne koyduğunuzda herkes kendi geçmişi ve birikimlerinden yola çıkarak bu örtük özelliklerin başka yönlerine dikkat edebiliyor.
Bu durum, üretici olarak benim açımdan da şaşırtıcı ve keyifli bir süreç. Örneğin eski bir çalışmam olan Çiftdüşün-1 videosunda Türk milliyetçiliğinin en önemli sembollerinden biri olan İstiklal Marşı’nın kelimelerini alfabetik sıraya göre yeniden düzenlediğimde içinde Türk ya da Türkiye kelimelerinin bir defa bile geçmediğini fark etmiştim. Bir ulusun kimliğiyle özdeşleşmiş olan bir metin söz konusu aslında; ancak aynı zamanda o ulusun kurulmasından önce çok farklı saiklerle yazılmış bir metin ve bu basit düzenleme bence ulusların kuruluşunda anlatılan mitleri ve tarihin nasıl çarpıtıldığını hatırlatıyor.
Sanatorium’daki son serginizdeki İş isimli videoda İnternet çağında bir sanatçının nasıl çalıştığı görülüyordu. İlk defa, üretimin arka planını odak noktanıza alıyorsunuz. Bakış açınızdaki bu değişiklik nasıl oluştu?
Hayatımın başka alanlarında freelance denilen çalışma biçimi üzerine zaten düşünüyordum ve bu şekilde çalışanlar için hayal edilmiş bir mekân olan Dünyada Mekân girişiminin içinde yer alıyordum. Aynı zamanda İnternet fenomenleri ve YouTuber’lara yönelik daha önceki sergimde başlamış olan ilgim devam ediyordu. Aslında bu iki ilgimin kesişmesinden ortaya çıktı bu çalışma. Hem kendimin hem de çevremde bana benzer çalışan insanların iç içe geçen emek biçimlerine bakmak istedim; öte yandan da gerçek hayatlarını bizlerle paylaşma iddiasında olan İnternet fenomenlerinin cilalı gerçek hayat temsillerinin karşısına “gerçek’’ gerçek hayat temsiliyle çıkma arzusu duydum. Bugünün esnek çalışma koşullarıyla, pek çoğumuzun çalışma hayatının aldığı yeni biçimini, bir mesai saati uzunluğunda süren bir video üzerinden incelemeye çalışıyorum. Video boyunca; bir yandan sanat emeği akıp giderken, diğer yandan sanatçının ücretli emeğine, gönüllü emeğine ve kadın olarak ev içi işlerin organizasyonundaki emeğine aynı anda tanıklık etmiş oluyoruz. Bütün bu emek biçimleri sürekli olarak iç içe geçiyor, birbirini kesintiye uğratıyor. Üstüne üstlük dış dünyadaki siyasal çalkantılar da; gelen telefonlar, atılan mesajlar, aralarda bakılan sosyal medya hesapları ve gazeteler üzerinden odaya sızıp duruyor.
Artık neredeyse her alanda, “görünen” gerçeğin yerine geçmeye başladı. Bunu da kendini oluşturan somut koşulları perdenin arkasına iterek ve saklayarak yapıyor, böylece emek kavramını da yok ediyor. Sosyal antropolog ve yazar Tayfun Atay’a göre varoluşun yeni mottosu “Görünüyorum o halde varım.” Sosyal medya da bu durumun çok net bir örneğini oluşturuyor. İş videonuz bu doğrultuda okunabilir mi?
Kesinlikle. Sosyal medya hepimize bir görünürlük ve kendimizi ifade etme olanağı sundu. Bunun pek çok olumlu yanı var. Özellikle Türkiye gibi ana akım medyanın iktidarın kontrolünde olduğu ülkelerde, kendine ana akımda yer bulamayan haber ve yorumlara bu sayede ulaşabiliyoruz. Hayatlarını normların dışında yaşayan veya yaşamak isteyen insanların; tecrübelerini paylaşabilmek ve yalnız hissetmemek için fiziksel yakınlığa ihtiyaç duymaksızın bir araya gelmelerini sağlayan çok önemli bir mecra olduğu da söylenebilir. Ama gündelik hayatımızı nasıl yaşadığımızı fazlasıyla belirlemeye ve yaşadığımız şeyleri ancak başkaları da görürse yaşamış hissetmemize sebep olmaya başladı.
Dünyada daha erken başlamış olsa da Türkiye’de de yakın zamanda fenomenlik, YouTuberlık, influencerlık artık bir meslek oldu. Ancak bu kişilerin amatör başladıkları iş hayatlarına yakından baktığınızda paylaştıkları içerikleri üretebilmek için yaşadıkları anların prodüksiyonunu yaptıklarını görüyoruz. Bu anlamda İş videosu YouTuberlığın eski tip estetiğine ve içeriğine göz kırpıyor ve gerçek hayatı süslemeden, cilalamadan paylaşıyor.
Ben de, İş videonuzda eleştirinizi kuvvetlendirmek adına; mizah, kurgu ve nostalji estetiği gibi sıklıkla kullandığınız unsurlardan vazgeçtiğinizi düşündüm, bu izlenimime katılıyor musunuz?
Doğru ama bu baştan karar vererek ya da amaçlayarak yaptığım bir şey değildi aslında. Bu defa üzerine çalıştığım malzeme ya da “bulduğum şey” kendi çalışma hayatımın kaydı oldu. Dolayısıyla onun içinde mizah ve ironi ne kadar varsa, bu çalışmada da o kadar var. Bunun sebeplerinden biri de bence içinde bulunduğumuz durum. Belki bu video 2016’dan önce yapılmış olsaydı, sosyal medya ya da WhatsApp gibi kanallardan videonun içine çok daha fazla mizah sızabilirdi. Ancak şu dönemde, en azından benim etrafımdaki pek çok insan, içinde bulunduğumuz ağır politik süreçle baş etmenin yolu olarak kendilerini yorgunluktan bitkin düşercesine çalışmaya verdi, akıl sağlığını üretim yaparak korumaya çalışıyor. Yine 2016 öncesinde ağır gündemle baş etmek için kullandığımız mizah, olayların ciddiyeti karşısında giderek azaldı.
Bu videoda gerçek kimliğinizle yer alıyorsunuz ve özne sizsiniz, bu tercihinizin videoyu bir performansa yakınlaştırdığı söylenebilir mi?
Son 10 senelik pratiğimde, zaman zaman kendi bedenimle ya da kendi kimliğimle yer aldığım çeşitli işler ürettim. Gelin Başı, Pretty Furious Women, Bildiğim Her Şey, Bütün Mümkünlerin Kıyısında bu işlerden bazıları ve hemen hemen hepsi performanstan yola çıkıyor, ancak performans anındansa kaydını, son halini izleyiciyle paylaşıyor; Bütün Mümkünlerin Kıyısında hariç. Bu anlamda pratiğim açısından yeni bir tavır değil ancak daha bariz ve daha dolaysız bir yaklaşım belki.
İş videonuza, Yıpranan Yer ismindeki, farklı çalışmalarınızda sıklıkla kullandığınız Türk filmlerinden, bantlardaki leke ve silinmelerden oluşan bir video kolajınız eşlik ediyor. Bu iki video arasındaki ilişki; film kurgusunun bittiğini ve “kurgulanmış gerçekliğin” başladığını hatırlatmak mı istiyor?
Ben böyle düşünmemiştim ancak güzel bir yorum. Zaten bence yaptığımız işin en keyifli kısmı iş kendimizden çıktıktan sonra karşımızdaki kişide oluşturduğu farklı okumaları duymak. Benim açımdan aralarındaki bağlantı daha çok “yıpranma” kelimesi üzerindendi. İş videosunda hem çalışma koşullarının, hem de toplumsal hayatın dayattıkları karşısında kendini paralarcasına çalışan birine ve ne kadar çalışırsa çalışsın bitmeyen, aksine artan işlere tanıklık ediyoruz. Bu videonun hemen arkasında açtığımız bir delikten göstermeyi seçtiğim Yıpranan Yer, aslında bu çalışmayı biraz olumlamaya çalışıyor. Filmlerin üzerindeki izleri bir hata ya da bir hasar olarak görebiliriz. Ancak bu hasarlar ancak o filmler dolaşırsa, gösterilirse; insanlara, makinistlere, makinalara ve yollara temas ederse oluşabiliyor. Dolayısıyla aslında yıpranan yerler tam da kolektif olarak üretmenin, paylaşmanın, seyrin izleri olarak değer kazanıyor.
Comments