Protocinema’nın A Few In Many Places başlıklı beş şehirde gerçekleşen grup sergisi Montreal’de Abbas Akhavan, İstanbul’da Burak Delier, Philadelphia’da Michelle Lopez, Beyrut’ta Stéphanie Saadé ve Berlin’de Hasan Özgür Top’un gerçekleştirdiği müdahalelerden oluşuyordu. 28 Kasım’da sona eren sergiyi değerlendirdik
Yazı: Rana Kelleci
Burak Delier, Maya, 2020, commissioned by Protocinema, Istanbul, New York
Protocinema’nın A Few in Many Places sergisinin duyuru metninden anladımki, sergi bir mekan deneyimi ile bitmeyecek, şehirler arası boşlukları ve çeviride kaybolanları doldurmayı benim sırtıma yükleyecekti. Buna bir itirazım yok çünkü zaten, her ne kadar sergileri zaman ve mekâna mıhlanmış olgular olarak düşünmeye alışık olsak da sanırım yıllardır sanatla en çok bu zaman ve zihinsel emek gerektiren yöntemle buluşuyorum. Bir arkadaşın, hocanın, eşin dostun şuna ‘bir bak bu senin ilgini çeker’ diyerek gönderdiği sanat tarihinden, yakın geçmişten bazen güncel zamandan fakat dünyanın bir ucundaki bir sergiyi, bir yapıtı, bir sanatçıyı hep böyle parçaları bir araya getirerek alımlıyoruz. İnternet’te bir aramayla, çeşitli linklere dağılarak, hashtag’leri tarayarak, birkaç kütüphane kataloguna, bazen etrafa sorarak, bazen hafızaları yoklayarak bir yapıtı alımlamak.
Sergi İstanbul, Berlin, Beyrut, Philadelphia ve Montreal’de olmak üzere beş farklı şehirde yakın tarihlerde gösterilecek olan beş müdahaleden oluşuyor. Bu sergi için kısıtlı maddi kaynak kullanarak üretilen ve sergilenen bu müdahaleler yerel işletmeler ve metruk mekanlarda yer alıyor. Bu çalışmalar birer müdahale; ideolojilerin, tarihin kırıldığı, dönüştüğü, yeniden düzenlendiği anlara müdahale ederken akmakta olan tarihe de dolaylı olarak müdahale ediyorlar. Ayrıca her yapıta cevap olarak yazılan birer metnin yayınlanacağı, Protocinema’nın web sitesinden ulaşılabilen Proto-Zine adlı yayın bu müdahaleler arasındaki ilişkilenmeleri genişleten bir alan açıyor. Küratörlüğünü Mari Spirito’nun yaptığı sergi, günümüzün bazı etkili kavramlarını hiper yerellik, minimum çevresel etki ve taban hareketi gibi kavramları kurgusuna dahil ediyor. Zamanın koşullarına uyumlanan böyle bir küratöryel seçim kaçınılmaz olarak izleyicinin bedensel varlığı ile/yerine hafızasının, idrakinin, kişisel deneyiminin, tesadüfi olanın katılımına alan bırakıyor.
Sergiyle fiziksel anlamda buluşmam Kurtuluş’ta bir permakültür girişimi ve mutfağı olan Ek Biç Ye İç’in kafesinde oluyor. Burada sokaktan görünen büyük bir ekranda Burak Delier’in Maya (2020) adlı videosu oynuyor. Mekânın camından, vitrinde duran ekmeklerin kenarından gördüğüm büyük ekranda iki el bir hamuru yoğurmakta.
Ek Biç Ye İç, İstanbul, Sergi görünümü
Maya iki hatta ilerleyen bir video, ilk hatta bir hamur hazırlamakta olan elleri izlerken diğer hatta mayalanmak üzere yalnız bırakılmış mayanın seviyesine iniyoruz, onun öznelliğine dahil oluyoruz. Bu ikinci hat post-apokaliptik fantastik filmleri andıran karanlık ve renkli bir ışıklandırma, gerginlik hissini körükleyen bir ses tasarımı ve mayanın üzerinde görünüp kaybolan, ne olduklarını dikkatli bir gözle yakalayabileceğiniz birtakım görüntüleri içeriyor; pencereler, sakallı bir erkek yüzü, makro çekimle soyutlaşmış tekinsiz gölgeler…
Delier’in 2016 yılında Kültigin Kağan Akbulut’a verdiği bir röportajında sanata dair anlayışını şöyle özetliyor: “Benim için sanat deneyimsel ve deneysel bir eğitim alanı. Bir yerden bir yere mesaj iletmek değil. Hayattaki deneyimlerimizi tekrar göreceğimiz, tartacağımız bir alandır.” Bir ekmek fırınının kasasından içeri azıcık kafanızı uzattığınızda görmeye alışkın olduğumuz, hatta belki bir karantina klişesi olarak ilk defa deneyimlediğimiz sıradan, basit hamur yoğurma eylemini nasıl tartmalı? Ya hamurun maya ile ulaştığı hacmi? Bu yapıtın -ki videonun haricinde Ek Biç Ye İç’in mutfağından çıkan ekmekleri de kapsıyor- barındırdığı, teori ve pratiğin eli kolu bağlayan ayrımına ters yönde yüzen performativite unsurunu tartmalı kanımca, bunu serginin tabanı aktive etme teşebbüsü ile birlikte tartmak…
Maya’yı izlerken Ek Biç Ye İç mutfağından çıkan ekşi mayalı bir ekmek dilimini, maskemin altından kemirmeye devam ediyorum. Video ekranının kenarından kafanızı uzattığınızda ekmeklerin pişirildiği, paket servis için yemeklerin hazırlandığı mutfağı görüyorsunuz. “Olabildiğince yerel, organik ve sürdürülebilir” şiarıyla faaliyetlerine devam eden bu girişimin temelinde bulunduğu yere en yakın yerde, bir kent bahçesinde veya -son zamanlarda Akmerkez’in Üçgen Terası’nda yaptıkları gibi- mümkün olabilecek yerlerde kendi tarımlarını yapmaları, üretici-tüketici arasındaki mesafeyi uzatan, tüketimin çevresel etkilerini lüzumsuzca artıran, verim için zehiri meşru kılan üretim modellerinden uzak bir gıda zinciriyle işlemeleri var.
Delier’in yapıtının ürettiği eylem fırından ve ekrandan yayılıyor ve sanat tarihçi Dorothea von Hantelmann’ın 60’lardan itibaren sanatta deneyimsel olanın kazandığı ivmeyi kavramsallaştırdığı metninde bahsettiği sanatın “söyleyen”den “yapan”a doğru değişimine yakın bir tavır sergiliyor. Bu tavrın Delier’in üretiminin genelinde nasıl sürdüğünü aynı röportajından bir alıntı ile anlamak mümkün: “Talep eden, eleştiri getiren politik sanat olamaz artık. Zaten her zaman da tartışmalı bir şeydi. Kendi içine konsantre olan, biz nasıl yürümeliyiz, sanat nasıl işlemeli, sanat dünyası olarak nasıl ilişkilenmeliyiz, sanatçılar olarak nasıl örgütlenmeliyiz diyen bir sanat olmalı.”
Serginin çalışmaları yerel mekanlarla iş birliği yaparak kamuya açması, havayolu ulaşımı veya nakliye gerektirmeyen şekilde kısıtlı maddi tüketimle üretilen çalışmaları içermesi böyle bir yaklaşımı örnekler nitelikte. Bir yandan yediğimizi nasıl yarattığımız, ekmekle beslenen bedenin bulunduğu ortamda ve toplumda nasıl yerleştiği, insanın hayatını sürdürme metotlarının nasıl mayalanmakta - üstünü örten beze yapışmakta olduğunu- tartıyoruz, bir yandan yıllardır alternatif bir üretim-tüketim ilişkisini sürdüren bir girişimi deneyimliyoruz, ekolojik krizi işaret etmek yerine onun için kendi çapı içinde alabileceği aksiyonu alan bir sergi yapısıyla alternatiflerin norm olabileceğine dair umut verici bir iç görü yakalıyoruz.
Serginin yerellik vurgusu, sanatçıların bulundukları mahalle, şehir, ülkenin bağlamını küresellik mitine saplanmadan fakat büyük resimden sicimler çekerek ele almasına olanak sağlıyor. Bana kalırsa bu yerelliğe, gündelik karşılaşmalar alanı olarak kamusal alanın haricinde bir online karşılaşmalar alanı da dahil.
Hasan Özgür Top, The Fall of a Hero, 2020
Solda: Commissioned by Protocinema, Istanbul, New York
Sağda: BulBul Berlin, Sergi Görünümü
Hasan Özgür Top’un The Fall of a Hero (2020) adlı videosu çeşitli totaliter yönetimler ile IŞİD’in iletişim materyallerinde kullandığı tipolojilerin sürdürdüğü görsel dili Youtube’daki yaygın gizli anlamları deşifre etmek temalı videoları hatırlatan bir anlatımla aktarıyor. BulBul Berlin’de sergilenen video aynı Youtube’un akışında kendini kaybedip bir zamanın internet kültürünün popüler öğesi, Arif’in Manchester’a attığı golü ararken kendini bir arabesk sarkının video klibinde bulan internet kullanıcısı gibi beklenmedik bir zamanda yakalıyor ve kendini o kişinin öznelliğine dahil ediyor. Delier’in ekmek hamuru üzerine düşen toplumsal hafızası gibi bu yeni bağlantılar da gündelik hayatını sürdüren öznenin hafızasına düşüveriyor. Beklenmedik olanın içinde barındırdığı espri kapasitesi: Ciddi görünmeyenin, absürt olanın, ironinin belki de yaşamın en dönüştürücü unsurları olarak serginin hatlarından birini oluşturuyor.
Benzer bir şekilde tesadüfi bir karşı karşıya gelişin Abbas Akhavan’ın Montreal’deki Parc OFFSITE sanat alanının cephesinde sergilenen ve gelip geçene söylev verir gibi duran bir aslan ağzı çiçeğinin yer aldığı Spill (2020) adlı videosu ile olduğunu sanıyorum. Yani, sokağın görünümü ve bir link üzerinden bilgisayarımın ekranında izlediğim videodan bunu hayal ediyorum. Küçükken aslan ağzı çiçeklerini iki parmağımızla sıkıştırıp konuşturduğumuz birkaç silik sahne hafızamdan yardıma koşuyor. Akhavan’ın çiçeği en sık rastlanan kabuslardan bahsediyor. Her gece gün batımından şafağa dek sergilenen videodaki kukla, insanlığın ortak korkularıyla ilgili konuşan yaşını almış, saygı duyduğunuz biri gibi tepeden, arada bağlantısını hemen
Abbas Akhavan, Spill, 2020,
Commissioned by Protocinema,
Istanbul, New York
kuramadığınız konu atlamalarıyla söylevine devam ediyor. Videodaki kişinin çiçeği eliyle tuttuğu, devamlı diğer elini görüntüye sokup düzelttiği bu ‘amatör’ görünümlü videonun hem komik hem de konuşan bir yaratığın ağzına benzeyen bu ölü çiçeğin gecenin sessiz serinliğinde nasıl garip bir ürperti yaratabileceğini, bu karşılaşmanın üzerine uyuyan birinin rüya aleminde kendini nasıl gösterebileceğini düşünüyorum. Bünyede basit jestlerle ateşlenen bu milimlik değişimleri canlandırmak kuşkusuz sadece eğlence amaçlı; serginin bu iddiasız aylaklığa bilinçli olarak alan vermesiyle radikal bir tavrın parçası olduğunu varsayabiliriz.
Stéphanie Saadé, A Discreet Intruder, 2020, commissioned by Protocinema, Istanbul, New York, in partnership with Marfa Projects’, Beirut
Anlaşıldığı üzere, çalışmaların hepsi ya kamusal alanda ya da kentlinin günlük hayatta kolayca karşılaşabileceği noktalarda paylaşılıyor. Burak Delier’in videosunu izlemek üzere yürürken Ek Biç Ye İç’in cam cephesinin önünde sigara içerken gözleri arada bir içeri takılan iki motor kuryeyi geçip içeri girdiğimi hatırlıyorum. Benzer şekilde Berlin’de bir şeyler içmek niyetiyle BulBul’a gelen bir müşteri Hasan Özgür Top’un videosuyla, gece evine dönmekte olan bir mahalleli Akhavan’ın videosu ve aynı mekanın içindeki yerleştirmesiyle, Philadelphia’da Liberty Bell meydanında vakit öldüren bir genç Michelle Lopez’in Keep Their Heads Ringin’ (2020) adlı ses yerleştirmesiyle ve Beyrut’un geçtiğimiz aylarda korkunç bir patlamayla sarsılan liman bölgesine gelip giden biri Stéphanie Saadé’nin bu bölgede bulunan atölyesinin kapısına yaptığı -ilk bakışta patlamanın etkisi sanılabilecek- ince müdahelesi A Discreet Intruder (2020) ile karşılaşacaklardır. Sergi metninden anlaşılacağı üzere bu karşılaşmalar toplumu tabandan aktive etmek gayesini de taşıyorlar. Taban hareketleri (grassroots movement) son dönemde özellikle aktivizm alanında yaygın yer bulan bir kavram; yerelde, bir mahallede, bir komünitede başlayan, bir güç merkezi etrafında şekillenmeyen yatay, kolektif hareketler olarak tanımlanıyor. A Few in Many Places bağlamında tabanı aktive etme niyeti, bu amaçla yapılan çeşitli aktivizm pratiklerinden farklı olarak aksiyona zemin hazırlayan özneler arası karşılaşmaları tasarlamakla yetinmiş görünüyor.
Michelle Lopez, Keep Their Heads Ringin, 2020, commissioned by Protocinema, Istanbul, New York
Nihayetinde fiziksel anlamda buluştuğum Burak Delier’in çalışması ve çeşitli fotoğraflar, video linkleri, metinler aracılığıyla deneyimlediğim/zihnimde canlandırdığım beş şehre yayılan bu sergi bende, allayıp pullamadan, küçük jestlere değer vererek, espri ve ironinin potansiyeline güvenerek, söylemin kuruluğundan çıkmayı önemseyerek tasarlanmış bir sergi izlenimi uyandırıyor.
תגובות