top of page
İbrahim Cansızoğlu

Ütopyanın riski ve bir fail olarak izleyici

DEPO’da Rana Öztürk küratörlüğünde gerçekleşen Tempo Incognito: Akışlar, Ritim ve Hareket Üzerine isimli karma sergideki Citadel adlı çalışmasından yola çıkarak Deniz Üster’le sanat pratiği ve gelecek projeleri üzerine konuştuk



Röportaj: İbrahim Cansızoğlu




Deniz Üster, Citadel, Yerleştirme, 2018, Gürçim Yılmaz tarafından yazılan ve seslendirilen ses kaydı, çimento, çelik, kum, manzara materyalleri, mukavva, dibond baskı fotoğraf, beş çelik çerçeveli çizim

Fotoğraf: Douglas Atfield. Proje Hope Scott Trust ve Essex Üniversitesi’nin destekleriyle hazırlanmıştır. Noiseist Records ve Tom Harrup’a özel teşekkürler.



Sabancı Üniversitesi’ndeki yüksek lisans programını tamamladıktan sonra İskoçya’ya gittin ve Glasgow School of Art’tan ikinci bir yüksek lisans derecesi aldın. Hem okulda aldığın eğitim hem de İskoçya’daki sanat ortamı üretimlerini nasıl dönüştürdü?


Glasgow’a taşınmamla birlikte bu kentin sanat ortamından ziyade, sanatın II. Dünya Savaşı sonrası post-endüstriyel dönüşümü ve şehrin kentsel tarihi, düşünce şeklimi ve pratiğimi derinden etkiledi. Doğanın ve endüstriyel mimarinin neredeyse her karışında iç içe bulunduğu Glasgow; totalitarizm ve kentsel çürümeyle ilişkilendirilen ve soğuk görünümü nedeniyle genellikle şeytanlaştırılan Brutalist mimariyle bir arada anılır. Brutalist mimari aslında savaşın parçaladığı ülkelerden yeni bir gücün çıktığını ve refah devletinin doğuşunu işaret eden ütopik bir idealin amblemidir de. Bir bakıma mimarlık kiliseden zengin aristokrasiye, oradan da halka taşınmış oldu. Glasgow’da, İskoçya’da bulunmak, bu havayı solumuş olmak, beni hep bu çoğulcu fikirlerle donattı.


İskoçya’nın sosyal bir devlet olarak çoğulluğun sesini desteklemesi, toprak alımında bile özel sektöre nazaran halk gruplarına öncelik vermesi ve benim de gönüllü olarak pek çok kez çalıştığım verimli sivil inisiyatiflerin işleme şekli, kolektif ve çoğulcu ütopya fikirlerini ve işbirliğini gerek araştırmama gerekse işlerime taşıdı. Pratiğim iş birliğine dayanan bir hal alınca hem halk gruplarıyla ortak işler yapmaya başladım, hem de farklı disiplinlerden insanlarla iş birliğine başladım.


Glasgow’un kullanılmayan, metruk endüstriyel binaları uzun bir zamandır sanatçılar ve inisiyatifler tarafından sıklıkla devralınıyor. Böyle bir mekân tabii ki hafızasıyla birlikte devrediliyor. Gerek yerleştirmelerimde, gerekse filmlerimde sembolik değil de gerçekten bahsettiğim o hafızaya sahip olan nesneler, beton parçaları, hatta toz işin çekirdeği, ana düşüncesi haline gelebiliyor. Böylece sadece site-specific (yere özel) değil, bir nevî time-specific (zamana özel) bir hal alıyor. Soruna geri dönersek, şöyle bir bakıyorum; sanat ortamının pratiğimi dönüştürmesi, sergilenen işlerin kendilerinden ziyade sanatın üretilirken ya da sergilenirken bir arada bulunduğu tarih, mimari ve hafıza sahibi objeler tarafından gerçekleştirildi diyebilirim.



İşlerini bir süredir ağırlıklı olarak İngiltere’de sergiliyorsun. Güney Kore, Hong Kong, Almanya, Birleşik Arap Emirlikleri, Şili, Fransa, Hollanda ve Azerbaycan’da da grup sergilerine katıldın. Geçtiğimiz ay Rana Öztürk küratörlüğünde DEPO’da açılan Tempo Incognito: Akışlar, Ritim ve Hareket Üzerine başlıklı karma sergide uzun zaman sonra İstanbul’da yeniden bir işini görebiliyoruz. Sergide Citadel isimli mekân odaklı yerleştirmenden yola çıkan beş brikolaj yer alıyor. Citadel yerleştirmesini de daha önce University of Essex’de ve Glasgow International 2018 kapsamında sergilemiştin. Bu çalışma ekseninde birkaç soruyla devam etmek istiyorum.


Sanat pratiğini lens, mekân ve kâğıt odaklı olarak üçe ayırıyorsun. Citadel aslında bir mekân yerleştirmesi; DEPO’da sergilediğin eserler ise kâğıt odaklı işler. Bu üç grupta topladığın işlerin arasındaki geçişleri merak ediyorum.


Bahsettiğin üç grup arasında her ne kadar bir hiyerarşi gözetmiyor olsam da, “mekân”ın liderliği bir şekilde bu üç forma da damgasını vuruyor.


Filmlerimde kullanılan objeleri, prop'ları kendim yapıyorum. Çeşitli halk gruplarından aktör olmayan, gerçek kişilerin rol aldığı filmlerimde, mekâna özgülük her zaman önemli. Filmlerimin lokasyonlarını bağlama sadık kalarak seçiyorum ve konuyla doğrudan bir ilişki yaratıyorum. Bu filmlerdeki heykelsi yaklaşımıma rağmen, işin sunumunda aslında öyküleme devam ediyor. Ancak film için yarattığım yerleştirme (ekranı heykelsi bir şekilde yerleştirmeye gömmek suretiyle) öykülemede kullanılan o zaman diliminden bir parçayı betimlemek yerine genellikle filmdeki öykülemenin “öncesinde olan” ya da “sonrasında gelen” anı betimliyor. Dolayısıyla mecralar birbirini tercüme etmekten ziyade, birbirlerini tamamlayıcı bir rol ediniyorlar, bir öykünün farklı bölümleri gibi…

Benzer bir durum, Citadel’in DEPO’daki sergisinde de geçerli. Aslında o brikolajları, kâğıt odaklı olarak görmüyorum, malzeme odaklı olarak görüyorum. Çok dokulu kâğıtlara basılmış olan bu baskılar, benim için minyatür yerleştirmelere ve sese ayrı bir materyallik getiriyor. Cam, çerçeve ve duvarla iletişime geçen malzemeler farklı boyutlardaki paralel öykülemeler arası geçiş sağlıyor: Sesin öykülemesi, baskıların öykülemesi ve modellerin öykülemesi…


Aslına bakarsan Citadel’in İskoçya ve İngiltere’deki sergilerinde de duvar bazlı işler vardı, ne yazık ki bu çizimlerin dökümantasyonu internet sitemde mevcut değil. Baskın bir merkezi yerleştirmenin çeperlerinde yer almış olsalar bile bu çizimler ve alüminyum dibond üzerine fotoğraf, bu projenin tamamlayıcı birer parçasıydılar, kendi öyküleriyle gelmişlerdi.



Deniz Üster, Citadel, Yerleştirme, 2018, Gürçim Yılmaz tarafından yazılan ve seslendirilen ses kaydı, çimento, çelik, kum, manzara materyalleri, mukavva, dibond baskı fotoğraf, beş çelik çerçeveli çizim

Fotoğraf: Douglas Atfield. Proje Hope Scott Trust ve Essex Üniversitesi’nin destekleriyle hazırlanmıştır. Noiseist Records ve Tom Harrup’a özel teşekkürler.


Citadel kapitalizmin günümüzde baskın ve neredeyse alternatifsiz sosyoekonomik sistem haline gelişini eleştiren ve mekânsal ütopya kavramına yaslanan bir iş. Çalışmaya Gürçim Yılmaz’ın kendi yazdığı bir metni okuduğu ses kaydı eşlik ediyor ve bu ses kaydında Citadel yerleştirmesi etrafında kurguladığınız hayali komünitenin hikâyesini dinliyoruz. Ütopyayı ve hikâye anlatıcılığını birleştirmek çokça başvurduğun bir yöntem, aklıma The Polity of Φ projen geliyor. Ütopya her zaman bir anlatıya dayandığı için belki de kaçınılmaz bir tercih bu. Kurguyu fiziksel mekânda ve anlatıyı dilin içinde yeniden sunmak için sürdürdüğün deneyler nasıl şekilleniyor?


Genelleme yaparak görüş bildirmeyi tercih etmiyorum, ancak karşılaştığım ve araştırdığım ütopyacı anlatıların neredeyse tümünde, tarihi, politik ve ekolojik şartlar özünde, anlatı hep şimdiki zamandaki gibi görünüyor ve bu şartlar herhangi bir dönüşüme uğramadan öyküleme içerisinde baştan sona aynı kalıyor. Ütopya bu haliyle “değişmezlik” yönüyle toplum üzerinde bir yaptırım olma riskini de beraberinde getiriyor.


Özellikle Citadel kapsamında konuşacak olursam, Gürçim ve ben Citadel’in bağlamını, dönüşümünü ve tarihçesini tartışırken bu yapılanmanın özellikle yavaş yavaş -Ron Herron’un imgelediği gibi devrimsel bir hızla değil de- dönüşümlerin sindirilerek bünyeye kabul edildiği, fikirlerin ve düşünce şekillerinin değişen koşullarla evrildiği bir dünya olarak imgeledik. Sürece bu kadar bağımlı bir öyküselliği de yalnızca mekânsal kurguyla vermeye çalışmak, Citadel’in tarihselliğine, ilham verici sosyal yapılaşmasına ve dayanışma şekline haksızlık olurdu. Dolayısıyla Gürçim’in öyküsü bu projenin elzem bir parçası.


Genel anlamda işlerimin tamamlayıcı bir parçası olarak kullandığım “dil içinde öyküleme”, görsel olan mekânsal kurgunun açıkta bıraktığı (özellikle tarihsel olan) kurgulamayı, dilde önermeler yaratarak izleyiciye bir faillik (agency) olarak sunuyor. İzleyici anlatımdan toparladığı ipuçlarıyla mekânsal kurgunun kendi anlatısını birleştiriyor ve daha fazlasını hayal etmeye başlıyor; kurguya ekliyor. Anlatıyı bu şekilde dilin içerisinde sunmak özellikle hafıza sahibi objelerin ve mekânların kullanılmadığı projelerimde daha çok başvurduğum bir yöntem. Dolayısıyla “şahitlik etmiş” toz yoksa, didaktik bir anlatımdan kendimizi olabildiğince uzak tutmak suretiyle kurgusal bir kişiden dinlemeliyiz bu öyküyü.



DEPO’daki brikolajlarında çerçevelerin üzerinde çerçevelerin içine sokulan, çerçevelerden dışarı taşan minyatür bitki örtüleri ve heykelcikler görüyoruz. Minyatür heykellere yönelik ilgin ne zaman başladı?


Minyatür dioramalar yaratmaya başlamam sanat ve self-care (öz-bakım) ilişkisini ilk defa kendi özel hayatım bağlamında deneyimlemeye başlamamla gerçekleşti. Self-care hep duyduğum bir kavramdı, ancak çok uzun süredir özgecil (altruistik) projelerle ilgilendiğimden, halk gruplarıyla geliştirdiğim atölye çalışmaları ve film projeleri, sivil inisiyatiflerde aldığım gönüllü roller, bu kavramı o zamanlar gözümde mânâsız kılıyordu.

Öte yandan beş yıl önce annemin kaybıyla başlayan acılı bir dönem, kızımın otizmi ve daha sonra epileptik nöbetleriyle daha sancılı bir hal aldı. Bunun üzerine ikinci bir çocuk sahibi olduktan sonra, İskoçya kırsalında, dağlara yakın, doğa ile iç içe küçük bir kasabaya taşınıp metruk sayılabilecek bir ev aldık; içinde yaşayarak eşimle orayı kendimiz onardık. Bu deneyimden sonra, kendine yeterliliğin ve sürdürülebilirliğin doruk noktasına ulaşmışken, derinlerde kendimle bir çeşit kopuş yaşadığımı fark ettim. İşte aşırı dikkat, sabır ve zanaatkârlık isteyen -kolektif işlerin hızlı, dinamik temposu yerine- gecelerimi uykularımdan koparan ve çok yavaş ilerleyen ölçekli modelleme, ipek ve keçe yapımı gibi geleneksel zanaat yöntemleri; kil modelleme, ufak ölçeklerde kaynak, ya da kalıp alma gibi heykel teknikleri ile bir araya geldi. Malzemelerimin büyük bir kısmını Glasgow Heykel Stüdyoları’ndan, kaynak yapma imkânımızın bile olduğu evimdeki atölyeme taşıdık. Yaklaşık olarak 2018 yılından itibaren, tam anlamıyla düşüncemi ellerime verdiğim bir prodüksiyon dönemi yaşıyorum, ancak malzemem ya da boyutum ne olursa olsun, bu işlerden öyküsellik ve spekülatif kurgu, hiçbir zaman eksik olmuyor.



Deniz Üster, Bunkers and Us, 2020, 23 cm. x 25 cm. x 18 cm. köpük levha, manzara materyalleri, doğal kurutma kil, boya, pva yapıştırıcı, mantar tıpa, yapay deri




Otherscapes ismini verdiğin bir proje kapsamında da minyatür heykelleri kullanarak haute couture olarak tanımladığın ayakkabılar ve şapkalar üretiyorsun bir süredir.


Otherscapes’in doğuşu yukarıda bahsettiğim sancılı döneme karşı bir ayaklanma olarak değil de, tam tersi bunu benimseme ya da adeta kucaklama çabası olarak görülebilir. Tam da bu dönemde GSA’de kazandığım doktoramı içinde bulunduğum şartlar sebebiyle başlamadan bıraktım. Ancak bu durum korktuğum gibi bir boşluk bırakmadı bende hatta yeni bir başlangıç ve bambaşka bir arayış için meşru bir sebep yarattı.


Aynı dönemde, minyatür dioramalarla spekülatif kurgular yarattığım “öykülemeler” için bambaşka bir mekân algısı düşlemeye başladım. Galeri, kamusal alan ve özel koleksiyonun katı çizgilerle belirlenmiş mekânının dışında, kişinin kendisini hem “sergi mekânı” hem de işin küratörü, ya da stilisti gibi konumlandıran, ulaşılabilirliği yüzünden daha eşitlikçi kabul ettiğim bir araç Otherscapes benim için. Gerek bu aksesuarların mekânla olan ilişkisi sebebiyle, gerekse bunlara entegre olmuş ütopyacı anlatımların ve farklı ölçeklerin bir aradalığının getirdiği mekânsallık sayesinde pek çok katman birbiriyle iletişim kurmaya başladı. Dünyalar içinde dünyacıklar yarattığım, mekânla ilgili girdiğim böyle bir arayışta Heteretopya kavramı ile haşır neşir olmam sadece an meselesiydi.

Zanaat, bu süreç içerisinde pratiğimin önemli bir parçası haline geldi. Otherscapes’in şapkaları için kendi kendime geleneksel şapkacılık (millinery) teknikleri öğrendim.


Ahşaptan kendi şapka bloklarımı, yaptım. Buhar ile keçeye form verdim. Geleneksel ipek ütüsü tekniklerini ve ipek boyamasını öğrendim. İğne ile koyun yününden keçe heykeller yapmaya başladım. Bununla birlikte daha eski jenerasyonun vazgeçilmez hobilerinden olan tren dioramaları yaratmayı öğrendim. Öğretici videolar açısından İnternet gerçekten inanılmaz bir kaynak. Öğrendiğim tüm bu teknikleri 15 yıldır uzmanlık ile kullandığım heykel yöntemleriyle kaynaştırdım. Dolayısıyla yan yana durmaz diyeceğimiz ipek ve çimento gibi bambaşka disiplinlerin malzemeleri Otherscapes’in ürünlerinde birlikte hiyerarşisiz söz sahibi oldular, anlatılar kurdular.


Planladığım iki çift ayakkabı da hazır olduğunda koleksiyonum tamamlanmış olacak. Ardından Otherscapes’in İnternet sitesi ile ilgileneceğim.



Deniz Üster, Life on Lawn, 2020, 20 cm. x 35 cm. x 50 cm., epoksi, macun, paslanmaz çelik çubuk, ipek, keçe, boya, ipek boyası, manzara modelleri, saten, lastik




Gelecek Mardin Bienali için kolektif bir proje üzerinde çalışıyorsun. Bu projeden bahsetmek ister misin?


Bu soru beni çok heyecanlandırıyor, çünkü çok gurur duyduğum, harika bir proje üzerinde çalışıyoruz. Büyüme (Growth), dört kişilik bir iş birliğinin eseri olacak ve küratörlüğünü Adwait Singh’in üstlendiği 5. Mardin Bienali’nde sergilenecek.

Bu işimizde, insan-merkezciliğin dünyayı şekillendirdiği çağımızda bir “öteki”yle karşılaşma senaryosu yazıyoruz. Bu öteki, bize gerçekten en az benzeyecek şekilde tahayyül edebildiğimiz bir varlık: Bir bakteri ve bilinci var. Canlı bir form olarak bize en uzak noktada; bunun yanında, bilinci de bizim hayal gücümüzü zorluyor, çünkü bir merkezi yok. Bencil değil. Kapladığı canlı, cansız tüm varlıkları bünyesine dahil eden (bir anlamda bilinçli kılan) bu uzaylı bakteri, insanla temas ettiğinde bireysellik duygusunu yok etme etkisine sahip. İş, bu bakteriyle temasa geçen ilk insan grubunun deneyimini, bakterinin bu grupla karşılaşma deneyimiyle eşit bir düzlemde ele alacak. Bu karşılaşmayı bir arafta bırakarak izleyiciyi etik bir tartışmaya dahil etmeye çalışacak.


Niyetimiz bu radikal temas fantezisi üzerinden merkezimizi sorgulamak ve yeni varoluş biçimleri aramak; bunu da işin ruhuna uygun olarak kolektif bir şekilde yapmak istiyoruz. DEPO’daki Tempo Incognito sergisindeki Citadel’i birlikte geliştirdiğimiz yazar arkadaşım Gürçim Yılmaz ile bendeniz bakterinin anlatısını kurarken, Oxford Üniversitesi’nden yaşanabilir egzo-gezegenlerin iklim ve atmosferlerini araştıran astrobiyolog Dr. Sarah Rugheimer ve St. Andrews Üniversitesi’nde Jüpiter’in uydusu Europa’nın ve Mars’ın analog ortamlarındaki izotopları ve bio-imzaları araştıran Arola Moreras insanlığın yanıtını ortak bir anlatı ile gerçekleştirecekler. Tamamlanmış bir iş olmadığı için işin formatına dair çok da fazla bilgi vermek istemiyorum, şu an hâlâ üretim sürecinin içerisindeyiz. Heyecan verici bir ortaklık ve önümüzdeki otuz yıl içerisinde “0 karbon salımı”nın hedeflendiği bir dünyaya hazırlanırken çok gerekli ve verimli olacağını düşündüğüm tartışmalar yaratacağına inanıyorum.



Deniz Üster, Anlatış, 2021, 75 cm. x 100 cm., yeni ve karışık teknik brikolaj, eskiz.



Minyatür dioramalar yaratmaya başlamam sanat ve self-care (öz-bakım) ilişkisini ilk defa kendi özel hayatım bağlamında deneyimlemeye başlamamla gerçekleşti. Self-care hep duyduğum bir kavramdı, ancak çok uzun süredir özgecil (altruistik) projelerle ilgilendiğimden, halk gruplarıyla geliştirdiğim atölye çalışmaları ve film projeleri, sivil inisiyatiflerde aldığım gönüllü roller, bu kavramı o zamanlar gözümde mânâsız kılıyordu. -Deniz Üster

Comments


bottom of page